Yaşar Kemal – Baldaki Tuz

“17-18 yaşlarımda bende sol düşünce belirmeye başlamıştı. Sanatım onunla tay gitti, yani paralel. Ben iki şeye inanırım, iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine: Halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz… Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım.” Yaşar Kemal Yaşar Kemal, sanatı, politikayı, halkını, sosyalizmi, kalemini ve kendi benliğini bir potada eritmiş adamdır. Yaşar Kemal denince akla bunların hepsi birlikte gelir. Ve onun bütün bu konulardaki düşüncelerini içeren ürünleri, 1959’dan bu yana, on beş yıl boyunca yayımlanmış ‘yazı’larıdır. Bunlar toplu olarak gözden geçirilince görülür ki, en güncel, bugün okunup yarın unutulacak ölçüde güncel konulara değinenlerinde bile en genel, en temel doğrular, gerçekler yer almada. Sürekli bir iyiye, güzele, doğruya yöneliş, misyon yükleniş, eskimeyen, eksilmeyen öncülük sezilmede. Bir konu üzerinde özellikle duruyorsa Yaşar Kemal, sık sık aynı konuya değinmekten kaçınmıyorsa, bilmeliyiz ki, bütün dikkatleri bu konuya çekmek istemektedir; gerçekten ‘hayati’ önemi olan bir konuyla karşı karşıyayız. Önce “amma da durdu bu konu üzerinde, kör değneğini beller gibi bunu bellemiş” diye düşünsek, küçümseyip geçsek bile, bir süre sonra olayların akışı ister istemez o konuya yöneltecektir herkesi. Elinizdeki kitap bunun tanığı. Yaşar Kemal’in jurnalcilik üzerine bir yığın yazısı var. İlki ta 1960’ta yazılmış. Ancak, on üç yıl sonra, 1973’te bile, bugün yazılmışçasına eskimez kalmışlığını kavrıyoruz. Konularını seçerken “tekrarcı” olan Yaşar Kemal, kalemini kullanırken de kimi tekrarlara başvurur. Ama bunu bilinçle, hatta bir yazı ustalığı olarak yapar: Anlatacaklarını pekiştirmek, berkitmek, zihinlere perçinlemek istemektedir. Ya da öyle bir etki, öyle bir izlenim, imge yaratır ki, unutmak isteseniz bile unutamazsınız o konuyu, silemezsiniz o imgeyi. Bu, konuyla özdeşleşmesidir onun, konunun yaşayışında yer tutmasıdır. Ama hiçbir tepeden bakışa, kolay, kuru öğütçülüğe rastlamazsınız. Ne en karşıtlarının, can düşmanlarının bile kabul etmek zorunda kaldıkları büyük romancı olma niteliğinin, sanatçı kişiliğinin, ününün ardına sığınarak yazmaktadır, ne büyük yazar ukalalığına bürünerek, ne de popülizm yaparak. İnandığı, güvendiği halktan biri olarak, bir halk adamı olarak yazar. Ve bilinçlemek, bilinç birikimini gerçekleştirmek “misyon”unu unutmaz hiçbir zaman. Bu kitabın hazırlanışına, hazırlayanın yazı “seçme” sorumluluğuna gelince… Asıl güçlük, Yaşar Kemal’in yayımlanmış 400 kadar yazısından 100 tanesini seçmedeydi. Aynı konuyu değişik açılardan yansıtan yazılardan birini seçmekle, aynı konuda bir tek yazısını almakla mı yetinmeliydik? Öte yandan hangi konuyu alıp hangisini kitap dışı bırakmalıydık? Bu bile başlı başına bir sorun, bir sorumluluktu. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi, en güncel konulara değinen yazılarında bile en temel, en genel doğrular yer alıyor… Kısacası, her “seçici”nin başvurmak zorunda kaldığı: “kişisel beğeni” başlıca ölçü oldu bu seçmede. Yaşar Kemal gibi bir değeri, gazete, dergi sayfalarından kitaba aktarmadaki kolay, ama gurur verici görevin mutluluğuyla. Alpay Kabacalı 1973 Kimi yaya kimi atlı Kimi uçar çift kanatlı Dünya şirin baldan tatlı Eyvah balı tuza katmış Âşık Veysel Deveye Demişler ki… Bir bozuk düzen içindeyiz. Hepimiz yakınıyoruz. Hangi, aklı azıcık bir şeye erenle konuşsan, bir dert kumkuması. Vah memleketin hali, ah memleketin hali. Bu gidiş ne olacak sorusunu biribirine sormayan yok. Ama hiçbir kimse, bu yakınanlar, ah vah edenlerden hiç kimse de durumumuzu düzeltmek için parmağını kımıldatmıyor. Lafın kolayındayız. Uyuşmuşuz. Hiçbir iş karşısında sorum kabul etmiyoruz. Bin dereden su getirip herkes kendisini temize çıkarıyor. Hakları var yok, o başka iş. Ama memlekette hangi dalı tutsan eline geliyor. Var olan bu. Herkes umudunu kesmiş gibi. Biribirine kimsenin güveni yok. Bütün umutsuzlukların, ahü vahların üstünde gene de bir şeyler, bazı yönlerde bir şeyler yapmak zorundayız. Parmağımızı kımıldatmak zorundayız. Uyanmak, bazı meselelerimizin üstüne dostça eğilmek zorundayız. Öyle meselelerimiz var ki, onları savsaklamak bize çoğa malolacak. Bir ölüm dirim işi. Var olmak, ya da olmamak. Geçen günkü Cumhuriyette, bir yazı çıktı. Yalnız bizim değil, bütün dünyanın üstünde duracağı, önemle benimseyeceği bir meseleyi gözümüzün önüne seriyor. Yazıyı Fransız Ziraat Enstitüsünden Profesör J. Kelling yazıyor. Yazının adı, “Göçebeler ve Köylüler”. Yazı, toprağa bağlı olanlarla toprağa bağlı olmayanların durumlarını inceliyor. “Yalnız iki esas nokta var,” diyor. “Göçebe, muvakkaten üzerinde yaşadığı toprağı sömürür, o gittikten sonra varsın bu toprak çöl olsun, aldırmaz.” Köklüler için de başka bir sonuca varıyor: “Köklü, üzerinde yaşadığı, tıpkı kendinden evvelki ceddi gibi kendinden sonra da ahfadının üzerinde yaşayacağı toprağı besler,” diyor. Bunu yüzyıllar oranında söylüyor. Bu ayrımı göz önünde tutacak olursak, biz bu topraklarda hiçbir zaman yerli, yani köklü olmadık. Böyle söylemek belki de büyük bir iddiadır. Ama gerçek de budur. Biz topraklarımızı yok etmek için elden geleni ardımıza komamışız. Orta Anadolu, biliyoruz ki, böyle çöl değildi. Orman kalıntıları daha var Orta Anadoluda. Bunu bilginler söylüyor. İnanmayan bizim Ormancılık Fakültesine soruversin. Doğu Anadolu da böyle çöl değildi. İnanmayanlar Van Gölü yakınındaki, güneyindeki ormanları gitsin görsün. Ya da bilenden sorsun. Ben 1951 yılında bu ormanı gördüm. Aradan sekiz yıl geçti. Sekiz yılda bu orman belki de bitmiştir. O zaman ben yalancı çıkarım. Göçebe olmayanlar, kendilerinden sonra gelenlere bakılmış topraklar bırakırlar. Biz hiçbir zaman bakmamışız toprağa, bakmıyoruz da. Toprak yene yene, kemrile kemrile, akıp gide gide bitmiş. Yurdumuzun topraklarından dörtte üçü, bire beşten fazla vermiyor. Verimini artırmak için de bu toprağın, hiçbir şey yapmıyoruz. Tam aksini yapıyoruz. Köylüsü, aydını el ele vermişiz, kemiriyoruz, öldürüyoruz topraklarımızı. Bu gidişle elimizde bire bir, bire iki verim veren topraktan başkası kalmayacak. Yirminci yüzyılda, şu modern dünyanın başını alıp Ay’a gittiği günlerdeyiz. Eller, toprağına gözü gibi bakıyor. Toprağı nasıl toprak eder de, verimini nasıl artırırız diye çaba içindeler. Toprak bilimi en ileri bilimlerden biri olmuş. Ziraat Fakültesi kurmuşlar. Bilim adamları harıl harıl çalışıyorlar. Bizde de var bunlardan. Bizim ektiğimiz biçtiğimiz toprağa hiç karıştığımız var mı? İyi yönden diyorum. Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu? Bilimin karıştığı var mı işimize? Ormansız toprak olmaz. Birkaç dikili ağacımız kalmış, onu da bitirmek, tüketmek için büyük çabamızı görmüyor musunuz? El ele verip, milletçek birleştiğimiz tek şey ormanlarımızı bir an önce yok etmek çabası değil mi? Köylü toprağından kopuyor, şehirleri gecekonduyla dolduruyor. İnsanlar böyledir. Bütün dünyada da böyle olmuştur, diyebiliriz. İnsanlar daha iyi bir yaşayışa geçmek için yerlerini terk ederler, bunun önüne geçilemez de diyebiliriz. Köylerden gelenler işçi olurlar, endüstriyi beslerler de diyebiliriz. Bizimkiler ölmüş, çoluklarını çocuklarını yaşatamaz topraktan kaçıyorlar. Arkanda toprak olmayınca ne kadar büyük endüstri kurarsan kur, onu sürdüremezsin. Biliyoruz ki, bizde endüstri de yok. Bu gidişle, gidiş bunu apaçık gösteriyor, topraklarımızın üstünde aç, sefil, ekmeğe, bir dilim kuru ekmeğe muhtaç sürüneceğiz. Bu memleket halkını göçebe olmaktan kurtaralım. Daha o kadar elimizden çıkmış değil topraklarımız. Bizi besleyecek birkaç verimli yerimiz daha var. Bu söylediklerimi okuyup da yalan, yanlış diyecek bir tek kişi var mı? Öyleyse ne duruyoruz? Gene biribirimizin gözünün içine bakarak sızlanacak mıyız? “Yaa, doğru ama… Efendim çok doğru… Ama ne çare ki… Olmaz ki… Bunun önüne geçmek gerektir… Vatan toprakları… Vaah vah,” mı diyeceğiz? Vaaah ormanlarımız, vaah… 25.10.1959 Anka Kuşu Epeydir bir hürriyet savaşındayız. Ama bir türlü o efsunkar ahuya kavuşamadık. Bu gidişle kavuşacağa da benzemeyiz. Çünkü efendim, çalıyı başından sürüyoruz. Çalıyı baştan sürümesek bile meseleye yandan yönden yanaşıyoruz. Tam özünden gitmek, dosdoğru gitmek işimize gelmiyor. Yüz yıllık hürriyet savaşında canlarını verecek kadar hürriyet aşığı insanlar da çıktı tek tük. Ama bu güzel insanların da, işin temeline gidemediklerinden, emecikleri boşa gitti. Şu gerçek hepimizin kafasına dank desin ki, hürriyet bir anka kuşu değildir. Hürriyetler birtakım şartların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılır. Yoksa çocuklar gibi ortaya çıkarak, ben hürriyet isterim, isterim de isterim, diyerek hürriyetler elde edilemez. Her şeyi biliriz de, işte bilmediğimiz tek şey budur! Hiçbir şeyden korkmayız da, hürriyetleri doğuracak şartları bir araya getirmekten korkarız! Çünkü hürriyetleri besleyecek şartlar birtakım aydınların, hürriyet savaşı yapmakta olan çok kişilerin zararınadır. Bizim iki yüz yıldır Batılılaşma çabamız nasıl modada kalmışsa, hürriyetler savaşımız da bu yüzden modada kalmıştır. Bakın Batı ilerlemiş, nasıl ilerlemiş, hürriyetlerle, falanla filanla… Ha, bu falan filanı biz de memleketimize alalım. Bu almamız, Batıdan kumaş almak çeşidinde olmuş. Seçim dedikoduları var. Yakında, diyorlar, seçime gidiliyor. Ortada bir iktidar partisi var. Bu parti en büyük hürriyet vaadiyle, vaatleriyle iktidara gelmiş bir partidir. Size hürriyeti getireceğiz, dediler, halk da inandı. İnanmasa ne yapacaktı ki, başka çaresi yoktu. Oyunu verdi. Ama bu partinin hürriyetleri gerçekleştirmek için hiçbir temel şartı yoktu. Anka kuşu gibi vaat ettiği hürriyet, iktidara gelince anka kuşu oldu. Koydunsa bul. Şimdi muhalefetteki CHP istiyor hürriyeti. Hem de bir hürriyet dövüşü yapıyor ki, aman Allah! Avurundan zavurundan yanına yaklaşılmıyor. Gerçekten de milletten bu savaşında destek görüyor. Ama bunların da hürriyet istekleri bir temele dayanmıyor. O da anka kuşu. Bunlar da iktidarı aldıklarında, Demokratlar gibi hareket etmeyecekler mi? Sözden başka teminatları var mı? Yoksa biz Demokratlardan yiğidiz, biz sözümüzde dururuz mu diyecekler? Ama halk bunlara da Demokratlara inandığı gibi inanacak mı? Ha, onlara ben de şunu soruyorum, kendileri böyle çırılçıplak bir hürriyetin geleceğine inanıyorlar mı? Havaya çivi çaktıklarının farkında değiller mi? Belki de farkındalar! Belki de seçime gitmeden birkaç ay önce hürriyet şartlarını sağlayacak programlarını millete ilan edecekler, diyecekler ki, sütten ağzı yanan, yoğurdu üfler içer, yapacaklarımızı bir plana bağlayıp millete ilan edelim ki, bizimle iyice birlik olsun. Programlarında, soyut hürriyet arzusundan başka, soyut hakim teminatından başka, üniversite muhtariyetinden başka, halka şunu şunu vereceğiz, diyecekler. CHP’nin yaptığı Toprak Reformu Kanununu daha da geliştirip tatbik edeceğiz. Bu kanunla Türk halkı ağaların, beylerin ellerinden kurtulup bağımsızlığına kavuşacaktır. Memleketi sanayileştireceğiz. Biz ziraat memleketiyiz ama, kendi öz sanayii olmayan memleket ziraat memleketi de olamaz. Sanayi ile ziraat, etle tırnak gibi biribirine bağlıdır. Sanayii olmayan ziraat memleketleri ilkelliğin koynunda kahrolmaya mahkumdur. Onu hiçbir dışarı yardımı bu mahkumiyetten kurtaramaz. Ormansızlık yüzünden topraklarımız elden gidiyor. Onu kurtarmak için tek çare, içindeki köylüyü başka yerlere iskan etmektir. Yoksa Türkiye çöldür. Bütün bunlarla birlikte eğitim davası da ele alınacak. Çok geri kaldık. Bir eğitim seferberliğine girişilecek, Köy Enstitüleri yeniden açılacaktır. Halkın sağlığına hiç önem verilmemiş. O da bir programa bağlanacaktır. Anayasada değişiklik yapılacaktır. Çift Meclis usulü gerçekleştirilecektir. Nispi seçim usulü konacaktır. Bu seçimdeki Meclis, eğer Halk Partisi kazanacak olursa, 1957’de vaat edildiği gibi Kurucu Meclis olacak, altı ay sonra yeni bir seçime gidilecektir. Liberalizm geri kalmış memleketlere göre değil, sömürgecilerin sistemidir. Biz ilkinkinden daha düzenli, daha ileri bir devletçiliğe gideceğiz. İç ve dış politikamızı sağlamca düzenleyeceğiz. Evet, seçimden önce CHP belki bunları, programı olarak millete ilan edecektir. Biz de bütün bunlar yerine getirildikten sonra yurdumuza hürriyetin geleceğine inanacağız. Bu şartlar yerine getirilmedikten sonra, hürriyet gökten zembille inmeyecek, hürriyet anka kuşu olmakta devam edecektir

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir