Elinizdeki kitap, siyaseti, gazeteciliği ve İran’ı ciddiye almanın bir ürünüdür. Yani olup bitenleri anlamaya çalışmanın ve edinilen bilgiyle geliştirilen yorumları başkalarıyla, okuyucuyla paylaşma istek ve heyecanının bir ürünüdür. Sami Oğuz, beş yıldır İran’da, Tahran’daki bürosundan Anadolu Ajansı (AA) temsilciliğini yürütüyor. Ama onun İran’la ilgisi, bu görevi memnuniyetle kabul etmesinden de anlaşılacağı gibi çok daha öncelere gidiyor. Örneğin Sami Zubeida’nın yine İletişim Yayınları’ndan çıkan İslâm, Halk ve Devlet kitabının Türkçe çevirisi ona ait. Meraklıları, bu kitapta Ayetullah Humeyni’nin siyaset teorisinin ayrıntılı ve mükemmel bir analizinin yapılmış olduğunu bilir. Sami, bu beş yıl boyunca İran’dan Türkiye’ye çok önemli anları aktardı. Zaten elinizdeki kitap esas olarak onun bu yoğun birikiminin üzerinde temellenmektedir. Ayrıca kitapta ek olarak verdiğimiz metinleri seçen de yine Sami’dir. Benim de İran’a ilgim çok eskilere gidiyor. Bu ilginin başlangıç tarihinin, 17 yaşında bir solcu olarak gıptayla alkışladığım 1979’daki İran Devrimi olduğunu söyleyebilirim. 1985’te gazeteciliğe ve hemen ardından da İslâmî hareketler üzerinde çalışmaya başlamamla birlikte İran’a ilgimin bir başka boyutta sürdüğü muhakkaktır. Bu tarihten itibaren Türkçe, Fransızca ve 11 İngilizce (maalesef Farsça yok) birçok haber, makale ve kitap aracılığıyla bu ülkeyi tanımaya ve anlamaya çabaladım. 1993’deki “gazeteci vizesi” başvurum, belki de İran’la çok fazla ilgili olduğum için reddedildi. Nihayet, Hatemi ile başlayan yeni dönemde, 1998 sonunda Milliyet’ten foto muhabiri arkadaşım Ahmet Dumanlı ile birlikte İran’a vize alabildik. 1999 Şubat’ında devrimin 20. yıl kutlamalarını yine Dumanlı ile izledik. Bir yıl sonra CNN-Türk adına, kameraman arkadaşım Kenan Ekinci ile yine İran’daydım. Kısa süre sonra, Şubat 2000 seçimlerini de beraber izledik. *** Bu kitap bir dostluğun ürünüdür. Zaten Birikim’de çıkan o muazzam Mayıs 1997 seçimleri değerlendirmesinden bildiğim Sami ile bu seyahatler sayesinde tanıştım. Tanıl ve Kemal gibi ortak dostların aracılığıyla sağlanan bu tanışıklık kısa sürede sıkı bir dostluğa dönüştü. Sami, bütün bu dört seyahat boyunca bize kapılarını açtı. Kendisinin birikiminden, ilişkilerinden, olanaklarından sonuna kadar yararlanmamıza izin verdi. Bu kitap aynı zamanda internetin sağladığı imkânların ürünüdür. Birlikte İran kitabı yazma fikri zaten kafalarımızda vardı. Bir iki telefon konuşmasıyla bunun kararını verdik. Artık gerisi çok kolaydı. Önce mail aracılığıyla kitabın planını tartıştık. Zaten ikimizin de notları bilgisayarlarımızda bulunuyordu. Üstlendiğimiz bölümleri kısa bir sürede yazıp karşı tarafa “ataşlayarak mailledik”. Bu karşılıklı okuma ve tartışmalar sonucu kitap şaşırtıcı bir hızla bitti. *** Bu kitap birçok kişinin doğrudan veya dolaylı katkılarıyla gerçekleşebildi. Ben kendi hesabıma, öncelikle Sami’ye çok şey borçluyum. Hemen ardından, İran’da imkânsız gibi görünen gazeteciliği alabildiğine kolaylaştıran, Sami’nin asistanları Mehramiz ve Hayedeh’e şükranlarımı dile getirmem gerekir. Ayrıca Ahmet Dumanlı ve Kenan Ekinci’ye, İstanbul’daki İran Konsolosluğu yetkilileriyle Kültür ve İrşad Bakanlığı’nın “dış 12 basın”la ilgili müdür ve çalışanlarına ve İran hakkındaki birikimini çekinmeden paylaşan Kenan Çamurcu’ya teşekkür ederim. Birikim ve İletişim’deki arkadaşları da unutmuş değilim. Tabii Müge’yi de. Ruşen Çakır Ağustos 2000, Moda *** Benim için bu sunuşa eklenmesi gereken ilk şey, özellikle bu kitabı yazma fikrinin münhasıran Ruşen’e ait olduğunu belirtmektir. Elbette benim İran ile ilgili bir kitap yazma fikri ve arzum vardı. Ama bu arzunun bu haliyle ve bu zamanda gerçekleşmesi tamamen Ruşen’in önerisi ve ısrarı ile mümkün oldu. Kendisine, beni teşvik ettiği, tembelliğime tahammül ettiği ve özellikle bütün kitabın planlanması ve redaksiyonunu üstlendiği için teşekkür ederim. Ayrıca teşekkür etmem gerekenlerin en başında, İran’da beş yıl geçirmemi sağlayan Anadolu Ajansı yönetimi gelmektedir. Bana böyle bir görevi verdikleri ve güven gösterdikleri için. Umarım güvenlerine layık olmuşumdur. Öte yandan, İran’da geçirdiğim (şimdilik) beş yıl boyunca işimle ilgili olarak bana gerekli kolaylığı ve misafirperverliği gösteren yetkililerle tanıdık ve dostlarımın desteğine de minnettarım. Umarım onlar da benden şikayetçi değillerdir. Sami Oğuz Ağustos 2000, Tahran 13 GİRİŞ “Devrimler çocuklarını yer.” Şubat 1979’da Ortadoğu ve İslâm dünyasında yılların dengelerini ve statükosunu altüst eden İran Devrimi’nde de bu kural bozulmadı. Kısa süren “vahşi” bir çoğulcu atmosferin ardından, inisiyatifi tam anlamıyla ele geçiren Ayetullah Humeyni ve onun taraftarları, devrimi birlikte yaptıkları hareketleri birer birer tasfiye ettiler: Halkın Fedayileri gibi Maksist-Leninist devrimciler, Tudeh gibi komünistler, İran Özgürlük Hareketi gibi liberal İslâmcılar, Halkın Mücahitleri gibi sol İslâmcılar, devrim sonrasının ilk cumhurbaşkanı, başbakanı, ilk radyo televizyon başkanı ve birçok bakanı kendi devrimlerinin kurbanı oldular. Humeyni’nin geliştirdiği “velayet-i fakih” öğretisinin kılavuzluğunda Şiiliğin Caferilik kolunun esasları üzerine şekillenen İran İslâm Cumhuriyeti devrimden itibaren hep dünyanın gündeminde kaldı: Irak’la yıllar süren savaşıyla; “Ne Doğu (sosyalist blok), ne Batı (kapitalist blok)” sloganıyla; “Büyük Şeytan” ABD’ye savaş ilan etmesi, buna uygun olarak halka Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’ni işgal ettirmesiyle; devrimini diğer İslâm ülkelerine ihraç etmek istemesiyle; kurdurduğu Hizbullah aracılığıyla Batılı askerleri Lübnan’dan kaçırmasıyla; İsrail’e korku salmasıyla; değişik ülkelerde yaşayan rejimine muhalif unsurları ortadan kaldırtmasıyla; birçok 15 uluslararası terör eyleminin faili olduğu suçlamalarıyla; Salman Rüşdi hakkında çıkarttığı ölüm fetvası, başına koyduğu ve sürekli artırdığı ödülle… 1980’li yıllardan itibaren İslâmî hareketlerin geniş bir coğrafyada, farklı koşullar ve farklı biçimler altında yükselişe geçmesini anlamada uluslararası medya tekellerinin imdadına İran yetişti. Her türden siyasal İslâm faaliyeti “radikalizm”, “fanatizm” ve hattâ “terörizm”e indirgendi; bu hareketlerde şu ya da bu şekilde varolan İslâm Devrimi’nin etkisi alabildiğine abartıldı; bütün bunların Tahran’dan kotarıldığı senaryoları yazıldı. Sonuçta ortaya İslâm=İran=Humeyni=terörizm formülü çıktı. Türkiye dahil İslâm ülkelerinin hepsi Batı medyasının tahakkümü altında olduğu için, buralarda da bu formül itirazsız benimsendi. Bu ülkelerde yaşayan, sayıları az da olsa “Humeyniciler” ise bu bayağılaştırmayı kırmaya çalışacak yerde, genellikle pekiştirdiler. Bunun sonucunda ne İslâm, ne İran, ne de Humeyni doğru düzgün anlaşılabildi. Şimdiyse uluslararası büyük medya İran’da olup bitenleri başka bir basit formülle açıklamaya çalışıyor. Özellikle Temmuz 1999 öğrenci eylemleri ve 18 Şubat 2000 Meclis seçimlerinden sonra Türkiye’de de oluşan bu yeni genel kabule göre, yaklaşık 20 yıl sonra İran’da, o meşhur kural tersine dönmüş durumda: Bu sefer “çocukları, devrimi yiyor”. Biz bu kitapta, belki de esas olarak, ilk bakışta doğru gibi görünen bu açıklama tarzını eleştirmeyi hedefliyoruz. Çünkü bize göre İran’da Muhammed Hatemi’nin Mayıs 1997’de cumhurbaşkanı seçilmesiyle başlayan, bir “karşı devrim”den ziyade bir “reformasyon” sürecidir. Kitapta birçok vesileyle anlatmaya çalıştığımız gibi, devrimden sonra doğan ve devrimin değerlerini pek de umursamayan kesimlerin reform hareketine aktif katılımı, onu tek başına “karşı devrimci” kılmamaktadır. Ve yine Hatemi başta olmak üzere, reform hareketinin önder kadrolarının ezici bir çoğunluğu devrim öncesi hapis yatmış, devrimde aktif rol oynamış, İslâm devletinin birçok kilit mekanizmasında görev almış, Amerikan Elçiliği’ni basmış, Irak’la savaşta gazi olmuş, dış ülkelerde istihbaratçılık yapmış, kısa16 cası devletin ta derininden gelmiş isimler. Biz bu kitapta, olabildiğince, önyargılardan, klişelerden ve hazır cevaplardan uzak durmaya; aslında cevaplardan çok, sorulması gereken soruları ortaya çıkarmaya çalıştık. Örneğin işlerin hiç de sanıldığı kadar basit ve düz bir çizgide yürümediğini göstermek için aynı saflarda gözükenler arasındaki beklenti, üslup, siyaset farklılıklarını; birbirlerine rakip olanlar arasındaki örtük benzerlikleri göstermeye de özel önem verdik. Bütün bunları yaparken, okuyucunun, tarafların görüşlerine doğrudan ulaşmalarını istedik. Bu amaçla, Farsça’dan çevrilen metinleri “ek”; bizzat tarafımızdan yapılmış röportajları da “çerçeve” olarak sunduk. *** Devrimin hemen ardından İranlı liberal düşünür Daryuş Şayegan Fransa’da kaleme aldığı kitabının başlığında “Dinsel bir devrim nedir?” diye sormuştu. Devrimin yirminci yılında yine Fransa’da yayımlanan bir başka kitabın adı da “Dinî bir devrimden nasıl çıkılır?”1 olacaktı. Gerçekten de İran’la ilgili bir kitapta devrimin bilançosunu çıkarmak daha ilginç ve önemli görünebilir. Fakat bu eninde sonunda büyük ölçüde “sübjektif” bir değerlendirme olmak durumundadır. Bu konuda diyecek lafımız olmadığından değil, ama gazeteci olarak “objektif” hususları daha fazla önemsediğimiz için kitabımızda önceliği “devrim”e değil “devlet”e verdik. Dolayısıyla devrimin değil, “İslâm devleti”nin serüvenini; bu otoriter yapılanmanın, kendi içinden çıkan elitlerin öncülüğündeki bir toplumsal hareket tarafından dönüştürülüp dönüştürülemeyeceğini; ucu sonunda “demokratikleşme”ye varacak şekilde bir “yeniden yapılanma”nın mümkün olup olmadığını tartışmak istedik. İran’da alabildiğine karmaşık bir devlet yapısı var. Bu yapı, olup bitenleri anlamayı daha da zorlaştırıyor. Bu ülkedeki din 17 1 Maalesef Şayegan’ın kitabı dilimize kazandırılmadı. Buna karşılık Khosrokhavar ile Roy’nın ortak kitabı, geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları’ndan İran: Bir devrimin tükenişi başlığıyla çıktı. adamları sınıfı da sanıldığının aksine bölünmez bir bütün oluşturmuyorlar. Diğer bir deyişle İran’da bir tarafta medyanın amiyane deyimiyle düzenin değişmemesini isteyen “devrimci mollalar”, onların da karşısında İslâmî rejimi yıkmak isteyen “kravatlı laikler” bulunmuyor. İşte bu nedenle kitabın hemen başında, harita ve “kimlik bilgileri” verdikten sonra, önce devletin, ardından ulemanın çok parçalı yapısı ve mevcut siyasî gruplar hakkında temel bilgiler sunduk. Bütün bunlara eklediğimiz “sözlükçe” bölümüyle de, okuyucuyu kitabın ve dolayısıyla İran’ın siyasî havasına sokmak istedik. *** İran’da reform hareketinin kökleri daha gerilere gitmekle birlikte, biz de birçokları gibi milat olarak 1997 Mayıs ayında Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesini aldık. Bu bölümde ek olarak verdiğimiz Asr-ı Ma dergisinin seçim değerlendirme yazısını, hem İran’daki ana tartışma konularını derli toplu bir şekilde ele alması, hem de reform hareketinin siyasî ve düşünsel kapasitesini, devrim ve devletle olan ilişkisini göstermesi bakımından çok önemli buluyoruz. *** Reform hareketinin temellerini, gündelik hayattaki canlılık ve değişme üzerinden aktarmaya çalıştık. Bu bölümün yeterli olmadığının bilincindeyiz. Bu konunun başlı başına ayrı bir kitabı, hattâ kitapları (örneğin kadın, gençlik, sinema gibi konular üzerine İran’da, Batı’da ve ülkemizde peş peşe kitaplar yayımlanıyor) gerektirdiğini de biliyoruz
Ruşen Çakır, Sami Oğuz – Hatemi’nin İran’ı
PDF Kitap İndir |