Robert Jordan – Zaman Çarkı 12 – Fırtına Toplanıyor

Renald Fanwar evinin verandasında oturmuş, iki sene önce torununun onun için karameşeden yaptığı sağlam sandalyeyi ısıtmaktaydı. Renald kuzeye bakıyordu. Siyah gümüş bulutlara. Daha önce hiç böylesini görmemişti. Tüm kuzey ufkunu, gökyüzünün yükseklerine kadar kaplamışlardı. Kurşuni değildiler. Siyah ve gümüş rengiydiler. Gece yarısı bir yeraltı kilerinin olduğu kadar karanlık, gürleyen fırtına başları. Aralarında çarpıcı gümüş ışıklar parlıyordu; hiç ses çıkarmayan şimşekler. Hava yoğundu. Toz ve kir kokularıyla yoğun. Kuru yaprakların ve yağmayı reddeden yağmurun kokularıyla. Bahar gelmişti. Ama ekinleri büyümemişti. Tek bir filiz bile başını toprağın üzerine çıkarmaya cesaret edememişti. Tahtaları gıcırdatarak yavaşça sandalyesinden kalktı; sandalye arkasında yavaşça sallandı. Renald verandanın kenarına yürüdü. Sönmüş olmasına rağmen piposunu kemirdi. Onu tekrar yakmakla uğraşamazdı. O bulutlar onu büyülemişti. Öyle siyahtılar ki. Tıpkı bir çalılık yangınının dumanı gibi, ama hiçbir yangının dumanı o kadar yükseklere yığılmazdı. Hem, gümüş bulutlara ne demeli? Siyah bulutların arasında kabarıyorlardı. Tıpkı kurumla kaplanmış metalin yüzeyinde, cilalı çeliğin parladığı yerler gibi. Çenesini ovaladı ve bakışlarını avluya indirdi. Beyaz badanalı bir çitin çevirdiği küçük bir bahçede çalılar ve bir öbek çimen vardı. Çalılar ölmüştü, hem de tamamı. O kışı atlatamamışlardı. Renald’ın onları bir an önce sökmesi gerekiyordu. Çimenler ise… eh, çimenler hâlâ kışın kuruttuğu otlardan ibaretti. Yabani otlar bile bitmemişti. Bir gök gürültüsü patlayınca irkildi. Metale çarpan metal gibi saf, keskin, muazzam bir patlama. Gök gürültüsü evin pencerelerini sarstı, verandadaki tahtaları salladı ve Renald kemikleri bile titremiş gibi hissetti. Renald geriye sıçradı. O yıldırım yakına düşmüştü –belki arazisinde bir yere. Gidip hasarı incelemek için can atıyordu. Yıldırım yangını bir insanı yok edebilir, arazisini yakıp kül edebilirdi. Bu kadar yukarıda, Sınırboyları’nda, pek çok şey, kasıtsız olsa da, çıra görevi görebilirdi –kurumuş otlar, kuru tahta kiremitler, kuru tohumlar. Ama bulutlar hâlâ uzaktaydı. O yıldırım Renald’ın arazisine düşmüş olamazdı. Gümüş ve siyah fırtına bulutları kaynayıp yuvarlandı, kendi kendilerini beslediler ve yuttular. Renald gözlerini yumdu ve derin bir nefes alarak kendi kendini sakinleştirdi. Gök gürültüsünü hayal mi etmişti? Gaffin’in hep takıldığı gibi, bunamaya mı başlamıştı? Gözlerini açtı. Şimdi bulutlar tam oradaydı, evinin tam üzerinde. Sanki, o bakışlarını kaçırmışken saldırmak için, aniden yakına yuvarlanmışlardı. Gökyüzüne hâkim olmuşlardı, devasa ve boğucu, her iki yönde uzanıyorlardı. Renald onların ağırlığının çevresindeki havayı ezdiğini hissedebiliyordu neredeyse. Aniden nemle ağırlaşan havadan bir nefes aldı ve alnı boncuk boncuk terledi. O bulutlar çalkalanıyor, koyu kara ve gümüş fırtına başları beyaz patlamalarla sarsılıyordu. Aniden, tıpkı bir hortumun huniye benzeyen bulutu gibi, kaynayarak alçaldılar ve ona doğru geldiler. Renald, çok parlak bir ışığa tutulmuş biri gibi, elini kaldırarak haykırdı. O karanlık. O sonsuz, boğucu siyahlık. Onu alacaktı. Biliyordu. Sonra bulutlar yok oldu. Piposu verandanın yer tahtalarına çarptı, hafifçe tıkırdadı ve basamaklara yanık tütün taneleri saçtı. Renald onun elinden kaydığını fark etmemişti. Duraksayarak boş mavi gökyüzüne baktı ve boş yere sindiğini fark etti. Bulutlar yine ufuktaydı, yaklaşık kırk fersah uzakta. Yumuşak bir sesle gürlemekteydiler. Renald piposunu aldı. Yaşlılık lekeleriyle kaplanmış, senelerce güneş altında kalmaktan kararmış elleri titriyordu. Yalnızca bir yanılsama Renald, dedi kendi kendine. Bunamaya başladın, yumurtanın yumurta olduğu kadar kesin. Ekinler yüzünden diken üzerindeydi. Bu yüzden. Çocuklarla konuşurken iyimser bir tavır takınsa da, bu doğal değildi işte. Şimdiye dek bazı şeyler filizlenmiş olmalıydı. Bu toprakları kırk senedir işliyordu! Arpanın filizlenmesi bu kadar uzun sürmezdi. Kavrulasıca, sürmezdi işte! Dünyada neler oluyordu böyle? Bitkilerin filizleneceğine güvenemiyordunuz ve bulutlar ait oldukları yerde kalmıyordu. Kendini, titrek bacaklar üzerinde, sandalyesine oturmaya zorladı. Yaşlanıyorum, olan bu işte… diye düşündü. Hayatı boyunca çiftçilik yapmıştı. Sınırboyları’nda çiftçilik yapmak kolay iş değildi, ama sıkı çalışırsanız, sağlam ekinler yetiştirerek başarılı bir hayat sürebilirdiniz. “Bir adamın tarlalarında tohumu ne kadar çok olursa, şansı da o kadar çok olur,” derdi babası hep. Eh, Renald bölgedeki en başarılı çiftçilerden biriydi. İki komşu çiftliği satın alabilecek kadar iyi gitmişti işleri ve her sonbaharda pazara otuz araba sürebiliyordu. Şu anda onun için çalışan, tarlaları süren, çitleri kontrol edip onaran altı iyi adamı vardı. Her gün çamura girip onlara iyi çiftçiliğin nasıl yapıldığını göstermesi gerekmediğinden değil. Birazcık başarının sizi bozmasına izin veremezdiniz. Evet, tıpkı babasının söylediği gibi, toprağı işlemişti, toprağı yaşamıştı. Havadan herkesten daha fazla anlardı. O bulutlar doğal değildi. Tıpkı karanlık bir gecede hırlayan hayvan gibi, usul usul gürlüyorlardı. Bekleyerek. Yakındaki koruluklarda saklanarak. Fazla yakın gelen bir gök gürültüsü daha patlayınca sıçradı. O bulutlar kırk fersah uzakta mıydı? Öyle mi düşünmüştü? Şimdi, dikkatle bakınca, on fersah uzakta görünüyorlardı. “Yapma böyle,” diye homurdandı kendi kendine. Kendi sesini duymak iyi geldi. Gerçek geldi. O gürlemeden ve zaman zaman rüzgârda gıcırdayan kepenklerden başka bir şey duymak iyiydi. İçeride akşam yemeğini hazırlamakta olan Auaine’i duyuyor olması gerekmez miydi? “Yoruldun. İşte bu. Yorgunsun.” Yelek cebini karıştırdı ve tütün kesesini çıkardı. Sağından hafif bir gürleme geldi. Başta, gök gürültüsü olduğunu varsaydı. Ama bu gürleme fazla gıcırtılı, fazla düzenliydi. Bu gök gürültüsü değildi. Bu, dönen tekerleklerin sesiydi. Gerçekten de hemen doğuda, Mallard Tepesi’nde büyük bir öküz arabası belirdi. O tepenin adını Renald vermişti. Her iyi tepenin bir isme ihtiyacı vardır. Yol Mallard Yolu’ydu. O zaman neden tepeye de o adı vermesindi? Sandalyesinde öne eğildi, gözlerini kıstı ve bulutları görmezden gelmeye özen göstererek araba sürücüsünün yüzünü seçmeye çalıştı. Thulin mi? Demirci mi? Ne demeye tepeleme dolu bir araba sürüyordu ki? Adamın Renald’ın yeni pulluğunun üzerinde çalışıyor olması gerekiyordu! Bu mesleği yapan biri için zayıf bir adam olan Thulin yine de çoğu çiftlik çalışanından iki kat kaslıydı. Shienarlıların siyah saçlarına sahipti ve yüzünü orada moda olduğu gibi tıraş etmişti, ama kafasının tepesinde bir saç tutamı yoktu. Thulin’in ailesi soylarının Sınırboyları savaşçılarına dayandığını söylüyordu, ama kendisi tüm diğerleri gibi basit bir köylüydü. Sekiz kilometre doğuda, Meşe Suyu’ndaki demirhaneyi işletiyordu. Renald kış akşamlarında demirciyle sık sık taş oyunu oynardı. Thulin geçinip gidiyordu –Renald kadar yaşlı değildi, ama son birkaç kışın ardından emeklilikten bahsetmeye başlamıştı. Demircilik yaşlı bir adama uygun meslek değildi. Elbette, çiftçilik de öyle. Yaşlı adamlara uygun meslek var mıydı ki? Thulin’in arabası sert toprak yolda yaklaştı, Renald’ın beyaz çitli avlusuna yanaştı. İşte bu tuhaf, diye düşündü Renald. Arabanın arkasından sıra sıra hayvanlar geliyordu: beş keçi ve iki süt ineği. Arabanın dışına siyah tüylü tavuklarla dolu sandıklar bağlanmıştı ve araba yatağı mobilya, çuvallar ve fıçılarla doluydu. Thulin’in genç kızı Mirala koltukta onunla birlikte oturuyordu. Yanında Thulin’in karısı vardı. Güneyden gelmiş, altın saçlı bir kadındı. Yirmi beş senedir Thulin’in karısıydı, ama Renald Gallanha’yı hâlâ ‘o güneyli kız’ olarak düşünüyordu. Tüm aile arabadaydı, hayvanlarının en iyilerini sürüyorlardı. Taşındıkları açıktı. Ama nereye? Akrabaları ziyaret etmeye olabilir mi? O ve Thulin… ah, neredeyse üç haftadır taş oynamamışlardı. Bahar gelirken ve tarlalar aceleyle ekilirken misafirliğe pek zaman kalmıyordu. Birinin sabanları onarması, tırpanları bilemesi gerekiyordu. Thulin’in demirhanesi soğursa kim yapacaktı bu işleri? Thulin arabasını Renald’ın avlusunun kenarına çekerken Renald piposuna bir çimdik tütün doldurdu. Sırım gibi, kır saçlı demirci dizginleri kızına verdi, sonra arabadan atladı, yere indiğinde ayakları toz bulutları kaldırdı. Fırtına uzakta hâlâ kaynamaktaydı. Thulin çit kapısını itip açtı, sonra uzun adımlarla verandaya yürüdü. Dalgın görünüyordu. Renald selam vermek için ağzını açtı, ama ilk konuşan Thulin oldu. “En iyi örsümü Gallanha’nın eski çilek tarhına gömdüm Renald,” dedi iri yarı demirci. “Nerede olduğunu hatırlıyorsun, değil mi? En iyi alet takımım da orada. Hepsini iyice yağladım ve kuru kalsın diye sarıp, en iyi sandığımın içine koydum. Bu paslanmalarını engeller. En azından bir süreliğine.” Renald yarı dolu piposunu tutarak ağzını kapadı. Thulin örsünü gömmüşse… eh, bir süreliğine geri dönmeyi planlamıyor demekti. “Thulin, ne…” “Geri dönmezsem,” dedi Thulin kuzeye bakarak, “eşyalarımı çıkarıp, bakıldıklarından emin olur musun? Onları özenli birine sat Renald. O örsü herhangi birinin dövmesine dayanamam. O aletleri toparlamak yirmi senemi aldı, biliyorsun.” “Ama Thulin!” dedi Renald. “Nereye gidiyorsun?” Thulin yine ona dönerek, bir kolunu veranda korkuluğuna attı. Kahverengi gözleri ciddiydi. “Fırtına geliyor,” dedi. “Bu yüzden kuzeye gitmem gerektiğini düşündüm.” “Fırtına mı?” diye sordu Renald. “Ufuktakini mi kastediyorsun? Thulin, kötü görünüyor – kemiklerim kavrulsun, kötü görünüyor gerçekten– ama ondan kaçmanın faydası yok. Daha önce de kötü fırtınalar gördük.” “Bunun gibisini değil eski dostum,” dedi Thulin. “Bu görmezden gelinecek fırtına değil.” “Thulin?” diye sordu Renald. “Sen neden bahsediyorsun?” O yanıt veremeden Gallanha arabadan seslendi. “Ona tencerelerden bahsettin mi?” “Ah,” dedi Thulin. “Gallanha karının beğendiği o bakır dipli tencere takımını ovaladı. Mutfak masasında duruyorlar, Auaine almak isterse onu bekliyorlar.” Sonra Thulin Renald’a başıyla selam verdi ve arabasına yürümeye başladı. Renald sersemlemiş halde oturdu. Thulin her zaman dobra bir adam olmuştu; aklından geçeni söylemeyi ve sonra unutmayı tercih ederdi. Renald’ın onda sevdiği buydu. Ama demirci bir sohbeti, bir koyun sürüsünü yarıp geçen kaya parçası gibi tamamlayıp, herkesi serseme de çevirebilirdi. Renald piposunu sandalyede bırakarak kalktı ve Thulin’in peşinden avluyu aşıp, arabaya yürüdü. Kavrulası, diye düşündü Renald iki yana bakarak ve yine kahverengi otları, ölü çalıları fark ederek. O avlu için çok emek vermişti. Demirci arabasının yanlarına bağlı tavuk sandıklarını kontrol ediyordu. Renald ona yetişti, elini uzattı, ama Gallanha ona seslendi. “Hey, Renald,” dedi sürücü koltuğundan. “Bunları al.” Yumurta dolu bir sepet uzattı. Topuzundan bir tutam sarı saç kaçmıştı. Renald sepete uzandı. “Bunları Auaine’e ver. Geçen güz inen tilkiler yüzünden yumurtasız kaldığınızı biliyorum.” Renald yumurta sepetini aldı. Bazıları beyaz, bazıları kahverengiydi. “Evet, ama nereye gidiyorsunuz Gallanha?” “Kuzeye dostum,” dedi Thulin. Gelip, elini Renald’ın omzuna koydu. “Bir ordu toplanacağını tahmin ediyorum. Demircilere ihtiyaçları olacak.” “Lütfen,” dedi Renald yumurta sepetiyle işaret ederek. “En azından birkaç dakika durun. Auaine fırına ekmek atmıştı. Sevdiğin şu yoğun, ballı olanlardan. Bunu taş oyunu oynarken konuşabiliriz.” Thulin duraksadı. “Yola çıksak daha iyi,” dedi Gallanha usulca. “O fırtına yaklaşıyor.” Thulin başını salladı, sonra arabaya tırmandı. “Sen de kuzeye gelmek isteyebilirsin Renald. Gelirsen, getirebildiğin her şeyi getir.” Duraksadı. “Buradaki aletlerle, ufak çaplı metal işleri yapabiliyorsun, bu yüzden en iyi tırpanlarını al ve onları sırıklı silahlara dönüştür. En iyi iki tırpanını; cimrilik edip en iyi ikinci ya da üçüncü tırpanlarını değil. En iyisini al, çünkü kullanacağın silah o olacak.” Renald kaşlarını çattı. “Ordu toplanacağını nereden biliyorsun? Thulin, kavrulayım, ben asker falan değilim!” Thulin onu duymamış gibi devam etti. “Sırıklı silahla birini atının sırtından çekip alabilir, sonra da biçebilirsin. Bir düşününce, belki üçüncü en iyi tırpanınla da iki kılıç yapabilirsin.” “Ben kılıç yapmaktan ne anlarım? Ya da kılıç kullanmaktan?” “Öğrenebilirsin,” dedi Thulin kuzeye dönerek. “Herkes lazım olacak Renald. Herkes. Bizi öldürmeye geliyorlar.” Renald’a baktı. “Kılıç yapmak o kadar zor değil. Bir tırpanın ucunu alıyorsun, düzeltiyorsun; sonra düşmanının kılıcı kayıp senin elini kesmesin diye, bir tahta parçası bulup, koruma parçası yapıyorsun. Daha çok, elindeki malzemeyi kullanıyor olacaksın.” Renald gözlerini kırpıştırdı. Soru sormayı bıraktı, ama onlar hakkında düşünmeyi bırakamıyordu. Beyninin içinde, çitlerdeki kapıdan geçmeye çalışan sığırlar gibi sıkışmışlardı. “Bütün hayvanlarını getir Renald,” dedi Thulin. “Onları yersin –ya da adamların yer–, süt de lazım olur. Yemesen bile, sığır ya da koyun eti karşılığında değiş tokuş yapabileceğin adamlar olacaktır. Her şey çok çabuk bozulduğundan, kış erzakları da azaldığından, yiyecek kıt olacak. Neyin varsa getir. Kurufasulye, kurutulmuş meyve, her şeyi.” Renald avlu kapısına yaslandı. Eli ayağı tutmuyormuş gibi hissediyordu. Sonunda tek bir soru sormayı başardı. “Neden?” Thulin duraksadı, sonra arabadan uzaklaştı ve elini yine Renald’ın omzuna koydu. “Bu kadar ani olduğu için üzgünüm. Ben… eh, lafla aram nasıldır bilirsin Renald. O fırtınanın ne olduğunu bilmiyorum. Ama ne anlama geldiğini biliyorum. Hiç elime kılıç almadım, ama babam Aiel Savaşı’nda savaştı. Ben bir Sınırboyluyum. Ve o fırtına, sonun yaklaştığı anlamına geliyor Renald. Geldiği zaman orada olmamız lazım.” Durdu, sonra dönüp kuzeye baktı ve toplanan bulutları, tarlasının ortasında zehirli yılan bulmuş bir çiftçinin bakışlarıyla izledi. “Işık bizi korusun dostum. Orada olmamız lazım.” Bunu da söyledikten sonra elini çekti ve arabaya tırmandı. Renald onların hareketlenmesini, öküzleri dürtüklemelerini ve kuzeye doğru uzaklaşmalarını izledi. Renald, uyuşuk bir hisle, uzun zaman izledi. Uzakta gök gürültüsü tepelere çarpan bir kırbaç gibi patladı. Çiftlik evinin kapısı açıldı ve kapandı. Auaine yanına geldi. Kır saçlarını topuz yapmıştı. Auaine’in saçları senelerdir bu renkti; erken kırlaşmıştı ve Renald bu rengi her zaman sevmişti. Kırdan çok gümüş rengi. Tıpkı bulutlar gibi. “O gelen Thulin miydi?” diye sordu Auaine, uzakta toz kaldıran arabaya bakarak. Yola tek bir siyah tavuk tüyü uçtu. “Evet.” “Biraz gevezelik etmek için bile kalmadı mı?” Renald başını iki yana salladı. “Ah, ama Gallanha yumurta göndermiş!” Sepeti aldı ve yumurtaları içeri taşımak için önlüğüne aktarmaya başladı. “Çok tatlı kadın. Sepeti yere bırak; onu almak için birini gönderecektir.” Renald kuzeye bakmakla yetindi. “Renald?” diye sordu Auaine. “Sana ne oldu, seni ihtiyar kütük?” “Tencereleri ovup sana bırakmış,” dedi Renald. “Bakır dipli olanları. Mutfak masasının üzerinde. İstiyorsan hepsi senin.” Auaine sustu. Sonra keskin bir çatırtı geldi ve Renald omzunun üzerinden baktı. Auaine’in önlüğü gevşemişti ve yumurtalar kayıp yere düşmüş, kırılmıştı. Auaine çok sakin bir sesle, “Başka bir şey söyledi mi?” diye sordu. Renald seyrek saçlarını kaşıdı. “Fırtınanın yaklaştığını ve kuzeye gitmeleri gerektiğini söyledi. Thulin bizim de gitmemiz gerektiğini söyledi.” Biraz daha dikildiler. Auaine önlüğünü toparlayarak yumurtaların geri kalanını sağlama aldı. Düşenlere bakmadı. Yalnızca kuzeye bakıyordu. Renald döndü. Fırtına yine aniden yaklaşmıştı. Ve bir şekilde, daha da kararmış görünüyordu. “Bence onları dinlemeliyiz Renald,” dedi Auaine. “Ben… ben gidip yanımızda götüreceklerimizi ayarlayayım. Sen de arkaya dolan da adamları toparla. Ne süreliğine gideceğimizi söylediler mi?” “Hayır,” dedi Renald. “Nedenini de söylemediler. Yalnızca fırtına yüzünden kuzeye gitmemiz gerektiğini. Ve… bunun son olduğunu.” Auaine keskin bir nefes aldı. “Eh, sen gidip adamları hazırla. Ben evle ilgilenirim.” Auaine telaşla içeri girdi ve Renald kendini fırtınaya sırtını dönmeye zorladı. Evin çevresinden dolanıp ahır avlusuna girdi, çiftlik işçilerine seslendi. Sağlam yapılı, iyi adamlardı. Kendi oğulları talihlerini başka yerde denemişlerdi, ama altı işçisi Renald’ın oğulları gibiydi neredeyse. Merk, Favidan, Rinnin, Veshir ve Adamad çevresine toplandılar. Hâlâ şaşkın hisseden Renald iki tanesini hayvanları toparlamaya, ikisini kıştan kalan tahıl ve erzakı toparlamaya yolladı ve son adamı da Geleni’yi getirmeye gönderdi. Geleni, ambarları yüzünden ekimin yolunda gitmemesi ihtimaline karşı, yeni tohumlar almak için köye gitmişti. Beş adam dağıldı. Renald bir an avluda dikildi, sonra yeni hafif demirhanesini getirmek için ahıra girdi ve onu güneş ışığına çekti. Yalnızca bir örsten ibaret değildi; küçük, eksiksiz bir demirhaneydi ve taşınabilir olması için yapılmıştı. Renald ona tekerlek takmıştı; bir ahırda demirhane çalıştıramazdınız. Onca toz tutuşurdu. Kolları kaldırdı ve avlunun kenarındaki, iyi tuğlalardan inşa ettiği, gerektiğinde ufak tefek onarımlar yaptığı kovuğa sürükledi. Bir saat sonra ateşi tutuşturmuştu. Thulin kadar becerikli değildi, ama babasından, insanın kendi demirhanesini işletmeyi az da olsa bilmesinin büyük fark yarattığını öğrenmişti. Bazen, tek bir kırık menteşeyi onarttırmak için kasabaya gidip onca zamanı boşa harcamak istemezdiniz. Bulutlar hâlâ oradaydı. Renald demirhaneden çıkıp ahıra yönelirken onlara bakmamaya çalıştı. O bulutlar göz gibiydi, omzunun üzerinden bakıyorlardı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir