Paul Eluard – Asil Adalet

Paul Eluard, 14 Aralık 1895’te, Paris dolaylarında Saint-Denis’de doğdu. Babası muhasebeyle uğraşıyor, annesi terzilik yapıyordu. Geçimleri pek iyi değildi. Eluard’ın çocukluğu Saint-Deniş ile Aulnay-SousBois’da geçti. 12 yaşına basınca Paris’e geldi. Louis Blanc sokağına yerleşti. 16 yaşına kadar Colbert Okulu’nda okudu. Bir ara ciğerlerinden hastalandı. İyileşmek için İsviçre’ye gitti. İki yıl kadar bir sanatoryumda kaldı. Orada, 1912 yılı sonlarına doğru, Gala adlı bir Beyaz Rus kızıyla tanıştı. Onu yürekten sevdi, ilk şiirlerinde hem bu sevgiyi, hem de açık bir gök altında ve karlarla kaplı kırlarda geçirdiği günlerin izlenimlerini anlattı. Sağlığı düzelince Paris’e döndü. Gala da 1914’de Rusya’ya gitmiş, 1. Dünya Savaşı başlamıştı. Bu yüzden, Eluard, öğrenimini tamamlayamadan askere alındı. Hemen cepheye gönderildi, önce sağlık eri olarak görevlendirildi. Ardından piyadeye ayrıldı. Yoksunluklarla, acılarla dolu savaş ve askerlik yılları Eluard’ın üzerinde derin izler bıraktı. İlk kitaplarında bu izleri dile getirdi. 1917’de Ödev ve Tasayı, 1915’te Barış İçin Şiirleri yayımladı. Şiirler “Le Spectaleur” dergisinin yönetmeni Jean Paulhan’ın ilgisini çekti. İki genç sanatçı tanıştılar, kısa zamanda arkadaş oldular. Paulhan, onu günün öncü şairleriyle tanıştırdı. Breton, Soupault, Aragon, Tzara ve Reverdy’lerin çevresine soktu. Eluard’ın, 1916’da Rusya’dan dönen Galayla evlenmesi de bu döneme rastladı. Eluard, savaştan sonra Dada hareketine katıldı. “Littirature” dergisinde Dada şiirler yayımladı. Gelgelelim, Dadalar 1922’de dağıldılar. Tzara’nın deyişiyle, “ayrılıp istifalarını verdiler”. Bu sırada Eluard, ressam Max Ernst’le tanıştı. Ernst’in gerçeküstücü (sürrealiste) düşünceleri vardı. Bu düşüncelerin Eluard üzerinde etkisi oldu. Picasso yla, Breton’la, Chirico yla, Dali’yle kurduğu ilişkiler bu etkiyi gitgide geliştirdi. Nitekim Eluard, bu etkiyle, 1934’e değin birçok gerçeküstücü kitap çıkardı: Acının Başkenti (1926), Aşk, Şiir (1929), Dolanbaçsız Yaşama (1932), Halk Gülü (1934)… Bunlardandık, Şiir Gala ya adanmıştır. 15 Mart 1924’te gizlice bir dünya gezisine çıktı. Öyle ki, birçok tanıdıkları, hatta arkadaşları onu öldü sandılar. Okyanusu, Antiller’i, Panama’yı, Yeni Zelanda’yı, Avustralya’yı, Hindiçin’i, Gava’yı, Sumatra’yı, Seylan’ı dolaştı. Yedi ay sonra bir Hollanda gemisiyle döndü. Marsilya’ya, oradan Paris’e geldi. Ama, ruhundaki fırtına henüz dinmemişti. Bu yüzden Belçika’ya, İngiltere’ye gitti. Bir süre de orada kaldı. Sonra İspanya’ya geçti. Dönünce Garcia Lorca’nın şiirlerini Fransızcaya çevirdi. 1930’da karısı Gala’dan boşandı. Ama kızı Cecile ile ilişkisini kesmedi. 1931’de Nusch’la evlendi. O günlerin dünya olayları kendisini etkilemekten geri kalmıyordu. Bundan ötürü, yavaş yavaş gerçeküstücülükten ayrılmaya başladı. Artık şiirin insanlara yardım etmesi, kötülüklere karşı onları birleştirmesi gerektiğine inanıyordu. Doğal Akış (1938), Eksiksiz Türkü (1939) bu inancın belirtilerini taşırlar. İkinci Dünya Savaşı patlayınca, Eluard yeniden askere çağrıldı. Fransa Almanların işgaline uğrayınca, “Direniş” hareketine katıldı. Yurdunun kurtuluşu için yiğitçe çalıştı. Yazdığı şiirler gizlice elden ele dolaşıyordu. “Özgürlük” şiiri işte bu acı günlerin ürünüdür. 1942 yılından sonra Eluard siyasete atıldı, toplumcu görüşle birçok şiirler, yazılar yayımladı. Şiir ve Doğruluk (1942), Alman Buluşması (1945), Siyasal Şiirler (1948) bu çeşit ürünleri kapsayan kitaplardır. Eluard, 1946’da karısı Nusch’u yitirdi. Bu ölüm sarstı onu. Ancak dostlarının ilgisiyle ayakta durabildi. Altı yıl sonra, 1952’de, 57 yaşında yaşama gözlerini kapadı. Ölümü, bütün Fransa’da büyük bir üzüntü yarattı. Görüşleri ne olursa olsun, bütün aydınlar bu üzüntüyü paylaştılar. O kadar ki, Eluard’ınkine aykırı düşünceler taşıyan sağcı François Mauriac bile, şunları yazmaktan kendini alamadı: “Fransa, büyük bir değerini yitirdi. Ne duruyoruz, niçin ulusal yas tutmuyoruz?” KİŞİLİĞİ Claude Roy İri yarı, ağır, oturaklı oldukları için büyük sayılan kimseler vardır. Gerçi Eluard da büyük gövdesi, büyük burnu ve büyük alnıyla böyle bir kimse sayılabilir. Ama, onun büyüklüğü bir bulutun büyüklüğüne benzer (Superville için de öyledir ya), hafifliğiyle büyüktür o. Teni, saçları, elleri, kemikleri, bakışı ve duruşuyla büyüktür. Tıpkı bir dumanın büyüklüğü gibi. Nitekim, Eluard da alabildiğine hafif görünümlüdür. Oldukça ciddi bir sesi, hoş bir söyleyişi vardır. Konuşurken tatlı, tumturaklı bir eda verir sözcüklere. İster kendinin, ister başkasının olsun, şiirleri iyi okur. Dizeleri gereğince ve uyumlu bir yalınlıkla söyler. Satılmak ya da radyoda okunmak üzere doldurduğu plaklar güzel birer örneğidir bunun. Eluard’ın yüzü uzunca bir dikdörtgeni andırır. Yıllar, düşünceler ve temiz duygularla bezenmiş güzel bir yüzdür bu. Kırlaşmış saçların altında alımlı bir alın yayılır. Saçlar ne uzun ne de kısadır. Gözlerin rengini tam olarak söylemek için karısı Nusch’a telefon etmem gerek. Şöyle bir belleğimi yokluyorum. “Sanırım gri- maviydi” diyorum, “sabahleyin doğanın üzerine açılan anlayışlı, güzel bir gökyüzü gibi.” Nusch cevap veriyor: “Mavi-gri.” Demek ki yanılmamışım. Eluard, oldum bittim ince, titiz, özenlidir. Başından şapkasını eksik etmez. Durmadan sigara içer. Çarpıcı bir görkemi vardır. Ama yapmacık, küçümseyici bir görkem değildir bu. Çevresini etkilemek için horoz gibi kabaran, büyüklük taslayan bir kimsenin kurumu değildir. Tersine, ancak gerçekten büyük kişilerde görülen doğal, kolay, kendiliğinden bir görkemdir: Ağırbaşlı önderlerin, yarış atlarının, oynayan çocukların, kimi balıklarla kuzgunlarınkine benzer bir görkem… Öyle ki, onun yanında en ciddi şeyler bile görkemli, çocuksu bir hafifliğe bürünür. Savaş başlamazdan önceleri de o, acı çekenlerin üzüntüsünü yaşıyor, zalimlere kızıyor, kötülerle alıklara hınç duyuyor, suçsuzlara sevgi besliyordu. Onu 1944’te bir sabah Dragon sokağında gördüm. Solgun mu solgundu. Gizli bir basımevcinin bisikletle gelmesini bekliyordu. Oysa adam her zaman gelmiyordu. Eluard, Almanlara karşı yürütülen kurtuluş kavgasına katılmadan edemedi. Bu uğurda elinden geleni esirgemedi. En korkulu, en sıkıcı işleri bile severek yaptı.- Sözgelişi zarf yapıştırdı, kağıt katladı, yük taşıdı. Onunla birlikte çalışırken şairlerin de öldürülebileceğini unutuyordu insan. Garcia Lorca’mn, St. Pol-Roux’un. Max Jacob’un, Desnos’un öldürülüşlerini unutuyordu. Oysa, Eluard’ın saklanması, kendine bir sığınak araması gerekirdi. Nitekim, öteki yeraltı savaşçıları, direnişçiler nerde akşam orda sabah yaşıyor, sırasında sıvışıyor, toz oluyorlardı. Eluard ise, ya yerinden kımıldamıyor ya da evrenini yanına almadan yer değiştirmiyordu. Gizlendiği odaya, yaşaması için ne gerekiyorsa hepsini götürmüştü: Gerçi parası pulu yoktu, ama yanında eşi Nusch vardı; duvarlarda Miro’nun, Leger’in, Ernst’in, Picasso’nun resimleri vardı, parmaklarının ucuyla beğenerek okşadığı özel baskılı kitaplar vardı. Ekmeksiz kalınca, bu güzelim kitaplardan birkaçını satıyordu. Hani, birtakım kimseler şimdi gülebilirler bana, anlattıklarımın o günler için pek de önemli olmadığını söyleyebilirler? neyleyeyim ki kafama bir kez çakılmıştı o düşünce, atamıyordum onu oradan, korkuyordum: Ya Gestapo Eluard’ı da yakalarsa hali nice olurdu? Kim bilir, nasıl üzünçlü olaylarla karşılaşırdı! Öyleyken o, hiç mi hiç düşünmüyordu bunları… Eluard, Saint-Denis’de doğdu. Burası kralların kiliseleri ile işçilerin fabrika bacalarının bulunduğu bir banliyö semtiydi. Eluard çok yer gezdi. Ama onun çok ülke gördüğünü söylemektense, çok ülkenin onu gördüğünü söylemek daha uygun olur. Evet, birçok ülkeler Eluard’ı görmekle onur ve şaşkınlık duydular. Bir gün adres bırakmadan çekip gitti: Dünyayı dolaşmaya çıkmıştı. İsviçre’de hastalandı, Cornouailles’da iyileşti. İspanya ile İtalya’da mutlu günler geçirdi. İki kez savaştı: Birincisi, 1914’te siperlerde-, ikincisi, 1939’da önce demiryollarında, sonra Direniş Hareketi’nde… Şimdi Chapelle sokağında oturuyor. Burası kül rengi kaldırımlı, gürültülü, gösterişsiz bir mahalledir. Eluard’ların kaldığı ev bir çeşit işçi evidir. Öyle, merdivenlerine kırmızı halılar filan serilmiş değildir. Üç odalı, ufak bir yuvadır. Gerçi odalar dardır; ama iyi döşenmiştir. İçerisi güzel kitaplar, güzel resimler, güzel eşyalarla donanmıştır. Chaga’lar, Chirico’lar, Dali’ler, Picasso’lar, Lautreamont’la Ducasse’ın biricik elyazması eserleri, işlemeli ciltler, eski Amerikalıların heykelcikleri, bir delinin oyduğu tahtına kurulu bir kral, tunçtan yapılma bir kuru kafa, NouveauMeclembourg’un alçıdan bir putu, bir sinekkuşu, bir Pauques adası heykeli, bir Baudelaire büstü, bütün bunlar mavi muşambadan küçük perdelerin ortasında durur… Eluard’da ağırbaşlı, sözü geçer bir hava görülür. Ama insan toplulukları önünde, özellikle arkadaşları arasında bu hava silinir. Çünkü dostluğa inanır o. Dostluk hava gibi, su gibi, ekmek gibi, kitap gibi, gökyüzü gibi vazgeçilmez bir şeydir onun için. insanlar da öyledir onun için. Nitekim, hep onları düşünür, onlar- sız edemez bir türlü. Hastalarla, mutsuzlarla, yaşamın ya da insanların ezdiği kimselerle ilgilenmeden duramaz. Yalnızca aşkla, suyla, şiirle ve viskiyle (onu da ancak bulunca içer) yaşıyor gibi görünür, ama gerçekte milyonlarca insanın serüvenini yaşar. Bir açık kapıdır sanki. Haksızlığa karşı koyan herkese, bütün insanlara açılmış bir kapı… (Çeviren: Asım Bezirci) SANATI Gaétan Picon Fransız Ulusal Direnişi’nin getirdiği en coşkun, en kalıcı şiirleri 1905 Paris doğumlu Eluard yazdı. Hepimizin ezbere bildiği “Özgürlük” güzel bir örneğidir bunun. Öyle ki, başka hiçbir şiir onu aşamadı daha. Oysa, bu yücelik pek gösterişsiz, pek kapanık araçlarla elde edilmiştir. Ama ondaki bu yalınlık, şiirin arınmışlığını hiç bozmaz. Tersine, etkisinde bırakır okuyanı; “Gabriel Peri, Şiirin Eleştirisi, Karartma, Düşlerinde Gördükleri Kadına” başlıklı kavga şiirlerindeki o soyunmuşluk kadar sarsar kişiyi. Gelgelelim, buna bakıp da Eluard’ın direnişçi şiirlerini geçmişi ve geleceği olmayan bir saman alevi, basit bir durumun ürünü sanmak doğru olmaz. Yeni çıkan Seçme Şiirler in yapraklarını şöyle bir çevirelim: İlk parçalar arasında “Barış İçin Yazılmış Şiirler”i görürüz. 1918 tarihini taşıyan ve savaş bitince kocalarına kavuşmuş kadınların sevincini anlatan şiirler. Dolambaçsız Yaşamanın sonunda “Şiirin Eleştirisi’yle karşılaşırız. Alman Buluşmasını sezdiren bu şiir gibi bütün öbür şiirler de hep aynı anlama yönelirler: İnsanların mutluluğu şairin sözünden daha değerlidir. Görülüyor ki bu “şiir yalnızı”nın damarlarında hep insancıl, hep toplumsal, hep kavgacı bir kan dolaşıp durur. Medieuses ve Verimli Gözler adlı katkısız aşk şiirleriyle aynı dönemde yayımlanan Eksiksiz Şarkı bir dramı gösterirler, daha doğrusu, ilk kurbanlara tanıklık ederler.- “Guernica Zaferi, Dün Yenenler Yarın Yok Olacaklar”, ilerde “Özgürlük”te başarıya ulaşacak sesin ilk denemeleridir. Bununla birlikte Eluard’m sesi —Ölmeden Ölmek ve Acının Başkenti gibi ürünlere bakılırsa—, en kapanık seslerden biri olarak görülür: Yüreğin çarpışlarıyla beslenen bir şafakta, iç evren üzerine kapanmış, kendi yalnızlığına tutsak, kendi düşleriyle sarmaş dolaş bir ses. İyi ama bu kapalı konuşmadan bu kavgacı, bu kamusal konuşmaya nasıl atlıyor Eluard? Karanlık düşlerle örtülü bir gece şiirinden bu güneşli şiire, mutluluk için yaratılmış bir dünyayı anlatan bu açık şiire nasıl geçiyor? Acaba, bu geçişe bakarak, bir evrimden, şairin eserlerinde birbirini kovalayan değişik dönemlerden söz açmak yerinde olur mu? Elbette! Çünkü, olayların baskısı altında, insanlara duyduğu sevgi ve güvene dayanan bir siyasal görüşün de etkisiyle Eluard, yalnızlıktan beraberliğe, tekil ve kapalı düşten ortak ve açık umuda geçer. Ne var ki, bu geçişin bir kopuş, bir kırılış doğurduğunu söylemek pek doğru olmaz. Olsa olsa, sanatçının şiirindeki bazı verileri keskinleştirmeye götüren bir evrimden söz açılabilir burada. Nitekim, şiirin herkesle konuşmasını, herkesin yaşamını ilgilendirmesini gerektiren bu cömert yaratılış, lirizmini asla yitirmez. Eluard’ın yalnızlığı hep bir birleşme, bir ortaklaşma, kitleselleşme isteği taşır çünkü; gecesi hep bir gündüz umudu taşır. Bu şiir, en kapanık ve en bireysel döneminde bile bir yalnızlık şiiri olmaktan çok, bir “sevgi şiirindir. Bundan ötürü de o, yalnızlıkları ortaklaşmaya geçmez de çiftleşmeden kitleselleşmeye, yani bireyin mutluluğundan insanın mutluluğuna geçer. Eluard’ın kapanık şiiriyle yurttaşlık şiiri arasındaki bağı, gerçekte, bir yaradılışın sonucudur.- Eluard aşk şairidir, erkeğin kadına aşkını dile getiren şair. Bir çeşit açılış şairi, başkalarına uzanan ellerin şairi. Elbette, böyle bir şair kendimize kapanmaktan alıkoyar, yöremizdekilerle bağlaşmaya iter bizi. Yaşamayı bir birleşme, toplulaşma sayan kimsenin, gözleri hep çevresine yönelmiş kimsenin, başkalarından bir şeyler alıp vermeden edemeyen kimsenin sevişen bir çiftle karşılaştıktan sonra öbür insanlarla da karşılaşacağı açıktır. Gene kişioğlunun mutluluğunu söylemek için bir sese kavuşmuş kimsenin yalnızca kendi mutluluğuyla yetinmeyeceği de açıktır. Eluard içe kapanıştan dışa açılışa geçerken gölgeden aydınlığa da geçilmiş olur. İlk ürünlerin bitmez bir şafakla donanması bundandır. Gizli gecenin üzerine gözlerin kapandığı bir dünyadır bu. İçinde, yüzlerle biçimlerin solup silindiği, ancak insan yüreğinin büyük dalgalanışlarının yaşadığı bir dünya. Şairin söylediği türkü, işte böyle bir dünyadan yükselen türküdür.- “Gece Türküsü” Son ürünlerde ise, tersine, ışıklı bir dünya görülür. Çiçekli varlıklar, kuş kanatları, soğuk kaynaklar ve ezgili renklerle bezeli bir dünya üzerine açık, duru bir gökyüzü yayılır. İç şafağın ardından dış evrenin ebemkuşağı doğar sanki. Nesneler birer birer ortaya çıkarlar, pırıl pırıl yanarlar. Artık şiirin görevi onları “göz önüne sermek”tir. Nitekim, Eluard’ın şiiri bu dönemde duyulan dünyanın bir çeşit sayımı olur: “Nesneleri kendi adlarıyla çağırmaya” yönelir. Ama, burada da bir “kopuş”tan söz edilemez: Aydınlığa dönüşmenin ardından geceye dönüşme gelmez de ondan. Şairin gecesi şafak gibidir: Biraz sonra dünya onunla görünecek, gölgeler ve alacakaranlıklar onunla ışıyacaktır. Bundan olacak, Eluard’ın şiiri “aşk gecesinin gündüze değindiğini” belirtir durur. “Gölgenin kolları”na inerken dahi, dış dünyanın varlığından birtakım gizemsel (mystique) yaşantılarla kopmaya kalkışmaz. Onun gecesi hiçbir zaman dünyadan kopmaz. Gerçi, şair ara sıra gözlerini kapar, ama gözlerini açtığında yeni bir dünya bulmak içindir bu. Başka bir şey için değil. Gelgelelim, bu yeni dünya ne denli parlak, ne denli canlı olursa olsun, iç gölgelerden kurtulamaz büsbütün. Çünkü Eluard’ın şiiri gizemsel bir yokluk şiiri değildir; ayrıca, gerçekçi bir şiir, bir çeşit nesne şiiri de değildir. Üstelik, şairin ortaya çıkardığı dünyanın da pek değeri olduğu söylenemez. Bu dünya yalnızca yüreğin yollarıyla örülmüştür, yalnızca düş ve dilek sunar evrene, yalnızca kişioğlunun içiyle konuşur. Evrene bağlı insanın yaşantısı, “insanla altının uyuşumu -toprağa çevrik bir bakış”: İşte Eluard’ın yaşantısı budur. Görüldüğü üzere bu, sözcüğün geleneksel anlamıyla tepeden tırnağa “lirik” bir yaşantıdır. Gerçekten de baştan aşağı lirik bir şiirdir bu. Yaşadığımız en keskin, en sürekli aşk şiiri odur belki de. Doğayla tanışmamıza yol açan bir şiir. Bu eşsiz yolun anlatım biçimi ise şarkıdır. Evrenle alınyazısı arasındaki gizli konuşmayla coşuverdiği ve dünyaya hayran kaldığı zaman, kişioğlunun dudaklarından kendiliğinden yükselen bir ilahidir. Eluard’ın şiiri iğretileme (istiare) yönünden de en zengin şiirlerden biridir. Çağımız şiirinin sınırlarını iyice genişlettiği bu sonsuz imgeler göğünde hiçbir şey ondan daha ataklıkla uçamaz. Ama, öte yandan, iğretilemede ve ayrıntıların güzelliğinde kendini gösteren bu özün, şiirleri kucaklayıp götüren o sonrasız sesin taşıdığı özden daha az güçlü oluşu da bir gerçektir. Suyun şırıltısını andıran bu mırıldanıştaki o güçlükle fısıldanan, o çekici ve sarsıcı, o ince ve ağır yakarış uzun ve sınırsız ürpertiler doğurur okurda. Bu şiirin özü, sayfaya “basılmış” şeyler tüm silindikten sonra “geride kalan” şeydir. Başka bir deyişle bu, sözcükler arasından bir bakır tel gibi geçen ince, bükülmez bir ses çizgisidir, arabesk işlemelerle gözümüzü alan, ama bir türlü de yakalanamayan bir desenler örgüsüdür. Öyledir ya, gene de vardır bu ses. Üstelik, hiçbir şey de ondan daha tanınabilir değildir. Dolayısıyla, “Bu ses yaşayacak mı yoksa yaşamayacak mı?” diye bir soru ortaya atılamaz sanıyorum.- Çünkü o, şimdiden Fransız edebiyat tarihinin malı olmuştur. Bizimle bunca çabuk kaynaşabilen bir başka ses, bir başka şiir yoktur dense yeridir. Öyle ki, onu ta çocukluğumuzdan beri ezbere biliyormuşuz gibi bir duyguya kapılıp gideriz. Hiç çaba göstermeden o, kolayca belleğimize girmenin yolunu bulur. Lirik olduğu kadar da aşırı gelenekçi bir şiirdir bu.- Günümüz şiirinin aradığı yeni yollardan çok onun, 19. yüzyılın büyük şiirlerine yaklaştığını görmemiz de bundandır. Bu anlamda Eluard, Michaux ya da Prevert’den çok Lamartine ve Baudelaire’e yakındır. Dil ve kavrayışta ne kadar yenilikçi olursa olsun bu şiir, bir hareket noktası olmaktan çok, bir çeşit açılma ve doğrulamadır. Şairin derin dehası, onu, bugünkü Uzaklaşmış bulunduğumuz bir “insancıl” yaşantıyla doldurmuştur. Bu yaşantı kişioğlunun ölümsüz, sonrasız durumuna da uygun düşer. Eluard’ın şiirinde yolumuza bırakılmış yalnızca güzel bir anıt değil, yarınki susuzluğumuzu giderecek değerli bir pınar da vardır. Bu pınardan içmek gerek. (Çeviren; Asım Bezirci)

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir