Orlin Sabev – Ibrahim Muteferrika ya da Ilk Osmanlı

Araştırma alanı olarak geçmişi hakkında bizi bilgilendiren tarih ilmi, onunla uğraşanlara sık sık bunlar tarihte görülen şeylerdir diye bir acı tat verir. Fakat geçmişteki olayları bilmek, genel olarak insanoğlunun kişiliği ve hususi olarak herkesin ulusal kimliğinin gelişmesini daha iyi tanımak demektir. Ancak psikolojisi doğal olarak seçici olduğundan dolayı insanoğlu, kültürel gelişmede bir rol oynamış olan ve gerek araştırmacılar, gerekse kamuoyu tarafından farklı ve bazen birbirine zıt değerlendirmelere layık görülen belli başlı tarihsel ve kültürel olguları tercih eder. Bu olgulardan biri, muhtemelen ona gösterilen yakın ilgiden hiçbir zaman eksik olmayacak, sadece 18. yüzyılın en önemli kültürel olgusu [55] değil, belki genel Osmanlı kültürü tarihinde mühim bir safha teşkil eden ilk Osmanlı matbaasıdır. Geçmişin hatlarına daha yakın bir tablo çizmek ve bir tarihsel ve kültürel olguyu daha objektif olarak değerlendirmek için bu olguyu ona has tarihsel, toplumsal ve kültürel bağlamda ele almak gerekir. Dolayısıyla basma kitap dünyasındaki ilk Osmanlı serüvenini anlatan seyahatnamenin sayfalarını açmadan önce, ilk Osmanlı matbaacısının yaşam öyküsünü şekillendiren siyasi gelişmelere, dünyayı algılamak, anlamak ve benimsemek ile alakalı geleneksel modelleri sorgulayan, matbaa faaliyetlerini kolaylaştıran veya zorlaştıran Osmanlı idare felsefesini ve toplumsal bünyesini, ve son olarak yeni kültür alanlarında arayışa müsaade veren belli tarih dönemine ait genel kültürel atmosferini daha yakından tanımamızı gerekir. 1. Tarihsel Bağlam: 18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı İmparatorluğu Jale Baysal’ın dediği gibi ilk Osmanlı matbaası Lale Devrinin (1718-1730) bir ürünüdür [56] . Mecazi bir şekilde bu devri anlatmak gerekiyorsa, o dönemde Osmanlı topraklarında barut kokusundan daha çok lale ve basma mürekkebi kokusunun hissedildiği söylenebilir. Ancak Osmanlı tarihindeki Lale Devrinin yeri ve yehimmiyeti, Klio’nun kitabında yazılı 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın ilk yarısında gelişen tarih olayları kronolojisi bağlamında algılanabilir. Sonuçta ilk Osmanlı matbaacısının kaderi de bu olaylarla ilgiliydi. Siyasi Girdap 18. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmesi büyük bir çapta 1683-1699 tarihleri arasında Mukaddes İttifak’a karşı sürdürdüğü başarısız harbe dayanmaktadır. Savaşın nedeni Erdel prensliğine Avusturya’dan bağımsızlık kazandırmak için Habsburg sülalesine karşı mücadele eden İmre Thököli (1657-1705) liderliğinde bazı Erdel soyluların IV. Mehmet (1648-1687)’ten yardım istemeleridir. Bu ricayı olumlu olarak karşılayan sultan, Safer 1093/9-18 Şubat 1682 tarihli ahitname ile Tököli’yi Orta Macar’ın kralı ilan eder. Bu ittifakın sonucu Tököli 1683’te başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avusturya’ya karşı savaşı esnasında Osmanlı ordusunu destekler [57] . 1683’te IV. Mehmet ve sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa (1676-1683) Osmanlı ordusunu ta Viyana’ya kadar götürür ve şehri üç ay süre ile kuşatırlar (ikinci Viyana kuşatması). Ancak arkadan saldıran Leh kralı Jan Sobieski’nin 25 binlik askeri muhasarayı etkisiz hale getirir ve Osmanlı’nın bu başarısızlığı Avusturya, Lehistan, Venedik gibi Katolik devletlere ümit vererek 1684 yılında Papa’nın yönlendirmesiyle Mukaddes İttifak adı altında bir ittifak kurarlar ki, 1686’da Rusya da buna katılır. Yine 1686’da ittifak güçleri Budin ve Mora’yı fethedince yeniçeri ve sipahiler IV. Mehmet’i tahtan indirip, II. Süleyman (1687-1691)’ı sultan olarak ilan kabul ederler. Ancak bu da işe yaramaz ve Avusturyalılar 1688’de Belgrad’a, 1689’da ise Vidin’e kadar inerler. II. Mustafa (1695-1703) döneminde Tisa nehri yakalarında olan Zenta kasabası dolaylarında 1697 yılında gerçekleşen meydan savaşında mağlup olan Osmanlılar barış müzakerelerinin başlatılmasına razı olurlar. Nihayet 26 Şubat 1699’da Karlofça antlaşması imzalanır. Macaristan, Erdel, Baçka ve neredeyse tüm Slovenya Avusturya topraklarına dahil edilir [58] . Rus tarihçisi Mihail Meyer’e göre 1699’da imzalanan Karlofça antlaşması, Osmanlı tarihinde yeni bir safhanın başlangıcıdır. Zaten 18. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü bünyesel kriz hakkındaki araştırması bu yıldan başlar [59] . Osmanlı’nın Mukaddes İttifak’la başarısız savaşı Avrupa ülkelerinin askeri alanda üstünlüğünü ve Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri reformlara muhtaç olduğunu ispatlar. Bu doğrultuda ilk girişimler Osmanlı sınırlarını ve Osmanlı’nın idari ve finansal disiplini kuvvetlendirmeye çalışan sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa (1697-1702) tarafından yapılır. 1703’te III. Ahmet (1703-1730) tahta geçer ve Norman Itzkowitz’in görüşüne göre Osmanlı 18. yüzyılı tarihi anlamda tam bu yıl başlar [60] . III. Ahmet’in saltanatı birçok girişim ve yeniliklere imza atarken, bazı Batı Avrupa ülkeleri ile siyasi ve askeri işbirliği de sağlar. Bu gelişmeler özellikle Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlık döneminde (1718-1730) yer alır. Nevşehirli lakabı ile de bilinen sadrazam hazine harcamalarını sıkı kontrol altına alınca 1721 yılın başlarında devlet bütçesindeki geleneksel açığı kapatmayı başarır. 1720’li yıllardan 1760’lılara kadar Osmanlı bütçesinin dengesi az çok sağlanmıştır ve hatta bazı yıllarda artıklar dahi oluşmuştur. Yeni Osmanlı para birimi olan kuruşun değeri çok az seviyede değerini kaybederek, genel olarak önceki 17. yüzyıl ve sonraki 19. yüzyıl başlarında görünen büyük seviyede enflasyona nazaran bu yıllardaki Osmanlı finansal sisteminin istikrarını simgeler [61] . Bu istikrar, aynı dönemde dokumacılık, madencilik, tarım gibi değişik sektörlerde kaydedilen gelişmeden de belli olur [62] . 1718’de Avusturya ve Venedik ile imzalanan Posarofça antlaşması Osmanlı devletinin bazı Batı Avrupa ülkeleri ile yakınlaşmasına zemin olur. Fransa’nın İstanbul büyük elçisi Marquise de Bonnak (1716-1724) Damad İbrahim Paşa ile yakın temas kurar ve Fransa artık Avusturya’ya karşı Osmanlı’yı destekler. O dönemin uluslar arası siyasi ilişkilerin karışık labirentinin başka bir unsuru, Osmanlı devleti tarafından Avusturya tepkilerine rağmen Ekim 1717’de İmre Tököli’nin üvey oğlu ve halefi olan II. Ferenc Rakoczi (1676-1735) ve adamlarına mülteci statüsü tanımasıdır. II. Ferenc Rakoczi’nin Macaristan ve Erdel bağımsızlığı adına 1703 yılında başlatılan, ancak 1711’de başarısızlıkla sonuçlanan Habsburglara karşı savaşından sonra kendisi ve adamları ilk önce Lehistan’a, sonra Fransa’ya ve nihayet Osmanlı topraklarına sığınırlar. Bu devletlerden mücadelesini devam etmek için yardım umutlayan Rakoczi hayal kırıklığına uğrar ve hayatın sonuna kadar Osmanlı devletinde mülteci olarak yaşamak zorunda kalır [63] . 1720 yılının sonunda sadrazam Damad İbrahim Paşa, Yirmisekiz Mehmet Çelebi sefaretliğinde Avusturya’ya karşı Fransa ile bir ittifak kurmak amacı ile Paris’e bir sefaret gönderir. On bir ay süren sefaretin beklenen siyasi sonucu elde etmemesine rağmen en azından Osmanlı temsilcileri Fransız toplumu, kültürü ve eğitimi ile yakından tanışma imkanına sahip olurlar [64] . Fransa ile ilişkilerin gelişmesine paralel olarak Damad İbrahim Paşa tarafından Dürri Ahmet Efendi başkanlığında İran’a başka bir sefaret gönderilir. Ağustos 1720’den Aralık 1721’e kadar süren sefaretin amacı iki ülke arasındaki ticari antlaşması sağlamaktır. Ancak 1722’de Mahmud Han’ın önderliğinde Afgan kabileleri isyan edip Safevileri tahtan indirirler. Bu gelişmelerden rahatsız olan Osmanlılar Afgan saldılarının Osmanlı topraklarına ermesinin önlemesi için Revan, Tebriz, Gence ve Tiflis gibi kaleleri ve dolayları fetheder. Fransa aracılığı sayesinde 24 Haziran 1724 yılında İran topraklarını kendi aralarında bölmek üzere Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında bir antlaşma imzalanır [65] . 4 Ekim 1727’de ise resmi ancak etkisiz şah olan II. Tahmasb’ın dışında İran’ın batı topraklarını asıl idarecisi olan Eşref Han Osmanlı İmparatorluğu ile antlaşma imzalayıp Osmanlı fetihlerini tanır. Başkenti İsfahan olan Orta ve Doğu İran Afganların idaresinde kalır. Fakat II. Tahmasb’a sadık kalan ve Eşref Han’ın düşmanı olan Şah kulu diye bilinen Nadir Ali bu antlaşmayı kabul etmeyip Osmanlılara karşı savaşır ve 1729 ve 1730’da onları ağır şekilde mağlup eder. Dolayısıyla 1730 yılının yaz mevsiminde Osmanı devleti yeni sefer hazırlamaya başlar ve gereken masrafları karşılayabilmek için halk ve esnaftan yeni vergi ve gümrük toplamak zorunda kalır. Bu yeni durum iaşe fiyatlarını olumsuz şekilde etkileyip, halkın şikâyeti ve ayaklanmasına neden olur. 28 Eylül 1730’da eskiden Osmanlı donanmasında gemici ve yeniçeri, o dönemde ise İstanbul’da oturakçı ve Arnaut asıllı olan Patrona Halil birkaç arkadaşı ile birlikte İstanbul tüccar ve esnafını isyana çağrıda bulunur. Ayaklanma o kadar büyük boyut kazanır ki, sonuçta III. Ahmet tahtan indirilip yerine I. Mahmut (1730-1754) getirilir. Sadrazam Damad İbrahim Paşa ise isyancıların israrı ve III. Ahmed’in emri üzerine idam edilir. Tahta geçen sultan yeni vergi ve gümrükler ile beraber iltizam sistemini de kaldırır. Ayaklanma 1731’de sona erir [66] . İran’a karşı savaş ise 1736’ya kadar devam edip, aynı yılda resmi şah olan Nadir ile antlaşma imzalanır ki, 1722’de geçirilen Osmanlı-İran sınırı tanılır. 1736-1739 tarihleri arasında Osmanlı devleti yine Avusturya ve Rusya’ya karşı savaş edip, Belgrad antlaşması ile Posarofça antlaşması sonucunda kaybeden bazı toprakları Avusturya’dan geri alırken, Rusya’yı Azak’tan uzak tutmayı başarır [67] . Başarılı ve başarısız savaşların girdabına maruz kalan Osmanlı’da Avrupa siyasi destgahında giderek Avrupa kuvvetlerinin ağırlık kazanmasından hoşnut olmayan bir his olgunlaşır. Osmanlılar artık eski zamanlara nazaran savaşlarda daha sık mağlubiyete uğradıklarını ve bu uygunsuz durumdan kurtulmak için bir yol bulmak zorunda olduklarının farkına varırlar. Fakat kurtuluş için bir yol keşfetmek, pek istekli olmamakla beraber acı verici bir şekilde kendilerini analize etmek demektir. Ve aynı zaman Bundan sonra nereye? sorusuna net bir cevap vermektir. Tarihçiler ise bu gelişmelerin gerileme mi, yoksa toplumsal değişim mi diye değerlendirilmesine çalışırlar. Yeni Çağ’ın Girişinde Osmanlı Toplumsal Bünyesinde Değişim Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki tarih yazıcılığının esas sorularının biri 16. yüzyıldan sonraki dönemin kriz mi, durgunluk mu, gerileme mi, yoksa başka bir şey olarak mı nitelendirilmesidir. Aslında bu sorunun cevapları oldukça farklı ve bazan birbirine zıttır. Bunun sebebi muhtemelen 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı devleti normal mantığa sanki aykırı bir şekilde gelişmesinde yatar ve durumu Paris şehrinin ambleminde yazılı Sallanır, ama batmaz (fluctuat nec mergitur) diyen Latince deyime oldukça benzer. Aynı yılda, yani 1991’de baskıdan çıkan kitaplarında Mihail Meyer ve Rifaat Ali Abou-el-Haj gibi iki otorite Osmanlı tarihi araştırmacısı birbirinden bağımsız olarak aynı sonuca varırlar ki, ikisi de Osmanlı tarihinin klasik dönem diye nitelendirilen 15.-16. yüzyıllarından sonra imparatorlukta herhangi bir durgunluk ve gerileme değil de, geleneksel sosyal tabakaların arasındaki sınırların giderek silinmesi, yeni tabakaların oluşması ve bürokrasinin genişlenmesi doğrultusunda toplumsal bünyesinde değişimler ancak söz konusu olabilir diye vurgularlar. Mihail Meyer şunu belirtmiştir: “Herşeyden önce durgunluk ve gerileme iddiası temelsiz olduğunu belirtmek lazıToprak meselelerinde değişiklikler, şehirdeki imalat ve ticaretteki yeni olgular, esas sosyal gruplarının ve siyasi sistemin değişmesi gösterir ki, toplumsal organizmanın tüm önde gelen unsurlar gelişme potansiyelini yitirmiş değiller [68]”. Öte yandan, Abou-el-Haj’a göre “… Zamanın akışında tüm insan toplumları gibi Osmanlı toplumu da değişen ve dinamik bir toplumdur… Nitekim büyük bünyesel değişimler ortaya çıkar [69]”. Günümüzün otoriteli Osmanlı araştırmacılarından İlber Ortaylı da bir söyleşide gerilemeden bahsedilmesi doğru olmadığı vurgularken, klasik dönemden sonraki gelişmeleri Türk toplumu kabuk değiştiriyor diye mecazi bir ifade ile nitelendirir [70] . Bulgar tarihçisi Evgeniy Raduşev te 17.-18. yüzyılları Osmanlı toplumunun gelişmesinde yeni bir safha olduğunu ve o döneme ait içerik olarak yep yeni sosyal ve ekonomik süreçlerin Osmanlı feodal sisteminin gerilemesi anlamına gelmediğini vurgular [71] . Aslında klasik döneminden sonra Osmanlı İmparatorluğunun gerilemesi ve Osmanlı toplumsal bünyesinin durgun olduğu doğrultudaki iddialar daha 1960’lı ve 1970’li yıllarda Norman Itzkowitz [72] , Stanford Show[73] , Kemal Karpat [74] gibi tarihçilerin yazılarında eleştirilir ki, Mihail Meyer ve Abou-el-Haj kitaplarında bu konuyu daha geniş bir çapta incelerler. Aynı zamanda bu iki araştırmacının kitapları 18. yüzyıl Osmanlı tarihini tetkik edenler -Karl Barbir’in vurguladığı gibiaşağıdaki üç önemli soruya cevap vermelerini gerektirmektedir: • Osmanlı toplumu egzotik değil de, diğer toplumlara benzeyen ve onlarla kıyaslanabilecek “normal” bir toplum olarak algılanmalıdır; • 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan zorluklara rağmen Osmanlı İmparatorluğu nasıl hayatta kalabilmiş ve az çok istikrarını koruyabilmiş esas soruya cevap verilmelidir ki, Osmanlı’da alternatif toplumsal bünyeler olmadığı doğrultusundaki geleneksel görüşün aşılması gerekir; • Osmanlı toplumunun değişme ve modernleşme sürecinde Batı’nın rolünü, yani Batı etkenlerinin Osmanlı toplumunda belli başlı değişmelerin esas nedeni mi, yoksa sadece bu toplumun gelişmesinde normal olarak ortaya çıkan veya çıkacak süreçlerin boyut kazanmasına veya hızlandırılmasına mı yararlı olduğunun tespit edilmesi lazımdır [75] . Mustafa Armağan da 17.-18. yüzyıllardaki Osmanlı devletinin gerilemesi iddiası yeniden değerlindirilmesine veya en azından bu dönemdeki süreçlerin mukayeseli olarak daha ciddi ve derin bir şekilde incelenmesine ihtiyaç duyulduğunu vurgular [76] . Osmanlı İmparatorluğu’nun 17. ve 18. yüzyıllardaki durgunluk ve gerilemesi doğrultuda geleneksel görüş 16. ve 17. yüzyıllarda kaleme alınan siyasetname veya risalelerin yarattığı izlenime dayanır [77] . Lütfi Paşa, Gelibolulu Mustafa Ali, Selaniki Mustafa, Akhisari Hasan Kafi, Koçi Bey, Kâtip Çelebi vs gibi risale müellifleri klasik döneme ait Osmanlı sosyal bünyesini idealize edip, onu değiştiren gelişmeleri mercek altına alırlar [78] . Onlara göre klasik Osmanlı sosyal tabakalaşması bir devletin esas unsurlarını teşkil eden adalet ve nizamı –yani bir nevi toplumdaki ahengi ve dengeyi- simgeler ve dolayısıyla herhangi bir gelişme bu nizamın değişme ve iyileşmesine değil, onun tamamen ortadan kaldırmasına neden olur. Onların görüşlerine göre bu gelişmelerin sayesinde ahenkli bir şekilde var olan toplumsal nizamın yerine sosyal anarşi veya kaos gelir. Halbuki, Mihail Meyer ve Abou-el-Haj’ın vurguladıkları gibi 15.-16. yüzyıllara ait klasik model yeni bir modele değişir ki, şüphesiz kriz ve gerilemede olan eski bünyelerin yanı sıra onların eksik taraflarını dolduran ve sonraki asırlarda giderek sıklaşan siyasi ve sosyal sarsıntılara rağmen imparatorluğun hayatı ve istikrarını sağlayan yeni unsurlar da ortaya çıkar. Abou-el-Haj’a göre siyasetnamelerin yazarları gelişmeleri sübjektif olarak değerlendirir ve bu durum Osmanlı idare sınıfının geleneksel ile yeni gelişen grupların arasındaki mücadeleyi yansıtır [79] . Klasik Osmanlı toplumsal bünyesinde ya da başka bir ifade ile Osmanlı geleneksel nizamında idareci sınıfı olan askeri ile üretici sınıfı olan re’aya tabakaların arasında belli başlı bir sınır vardır. Vazifelerini beratla yerine getiren askeriler vergiden muaftırlar ve bu durum imtiyazdan öte toplum hayatının bir alanını idare etmelerinin bir karşılığı olarak kabul edilir. Çalıştıkları alanlara göre bunlar ehl-i seyf (seyfiye), ehl-i kalem (kalemiye) ve ehl-i ilim (ilmiye) olarak üç zümreden oluşur. Sosyal piramidin zirvesinde doğal olarak sultan yer alırken, hanedan mensupları ve saray halkı da askeri statüsüne sahiptirler. Seyfiye zümresine mensup olanlar genel olarak tımarlılar ve yeniçerilerdir, ki 17. yüzyıla kadar yeniçeri ocaklarına gulam diye adlandırılan savaşlarda esir düşen, kul veya devşirme olan aslen gayrimüslim sonradan mühtedi olanlar dahil olurlardı. Bunlardan daha yetenekli olanlar Edirne ve İstanbul saraylarındaki Enderun mekteplerinde ilerde idareci olmak üzere ağır ve özel eğitim görürdü. Burada tahsilini tamamlayanlar sonradan sadrazam, vezir, sarayda görevli, askeri birimlerin kumandanları olarak meslek hayatlarını sürdürürlerdi. Ulema ya da ilim ve din adamlarının esas vazifeleri şeriatın doğru olarak gündelik hayatda tatbik edilmesidir. Başta şeyhülislâm olmak üzere ulema sınıfının önde gelen mensupları müftü, kadı ve müderrisler idi. Bütün bunlar tahsilini medrese sisteminde tamamlamak zorunda idiler. Öte yandan re’aya’nın esas vazifesi üretim ve ticaret ile uğraşmaktır. Kazançları vergiye tabi tutulurken karşılık olarak askeri sınıfından himayet ve adaletli idarecilik görür idi. Bir yandan tarımla uğraşan köylü ve zanaat ve ticaret ile uğraşan şehirli veya kasabalı, öte yandan Müslim ve gayrimüslim (zimmi) olarak re’aya ikiye ayrılırken, gayrimüslimler genel olarak Ortodoks, Ermeni ve Yahudi cemaatleri veya daha sonraları milletleri oluştururdu. Devlet tarafından değişik önemli vazifeler ile üstlenen ve bu vazifelerine karşı bazı vergilerden muaf tutulan voynuk, martolos, celep, doğancı, derbendci vs gibi bazı re’aya grupları re’aya ila askeri tabakaların arasında yer alan zümrelerdir [80] . Sahafların da benzer durumda idiler. Evliya Çelebi’ye göre bunlar ulema sınıfına vazifede bulunan ve ulema sınıfına ait giysilerini taşıyan bir esnaftır [81] ki, kitap ticareti ile uğraşmalarına rağmen askeri sınıfına mensup idiler.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir