Michael Moorcock – Elric Destani 2 – Kader Denizlerindeki Denizci

ADAM, SANKİ DUVARLARIYLA tavanı arada sırada açılıp ay ışığının içeri girmesine izin veriyormuş gibi değişken renklere bürünmüş, kasvetli geniş bir mağaranın içindeydi. Öyle ki bu duvarların aslında sadece okyanusun ve dağların üzerinde kümelenmiş bulutlar olduğuna inanmak çok zordu ve ay ışığı her şeye rağmen bulutları deliyor, lekeleyip boyuyor ve adamın şu anda üzerinde durduğu kumsalı yıkayan karanlık, dalgalı denizi ortaya çıkarıyordu. Uzaklarda gök gürledi, bir şimşek çaktı. Hafif bir yağmur vardı. Ve bulutlar hiç de hareketsiz değildi. Kopkoyu bir karanlıktan ölüm beyazlığına doğru, sanki trans halinde ve düşük tempolu eski bir dansı yapan iç içe geçmiş kadın ve erkeklerin pelerinleri gibi, girdaplar halinde yavaşça dönüp duruyorlardı: acımasız kıyının çakıllı kumsalında duran adam uzaklardaki fırtınanın müziğiyle dans eden devleri anımsadı ve kendisini tanrıların oynadığı bir salona doğru isteksizce yürüyen biri gibi hissetti. Bakışlarını bulutlardan okyanusa çevirdi. Deniz yorgun görünüyordu. Koca dalgalar kendilerini zorlukla kaldırıyor, rahatlamış gibi sönüyor, nefes alır gibi sert kayalara çarpıyorlardı. Adam kapşonunu yüzüne iyice indirdi. Denize doğru yorgun bir şekilde yaklaşırken deri kaplı omzundan birkaç kere 11 arkasına doğru baktı, köpüklü dalgalar dizlerine dek çıkan siyah çizmelerine ulaşıyordu. Bulutların oluşturduğu mağaranın içlerine bakmaya çalıştı ama sadece çok kısa bir mesafeyi görebildi. Okyanusun ötesinde neyin uzandığını ya da aslında, suyun nereye dek uzandığını anlamanın hiçbir yolu yoktu. Başını yana eğerek dikkatle dinledi ama gökyüzünün ve denizin sesinden başka hiçbir şey duyamıyordu. İçini çekti. Ay ışığı bir an için üzerine düştü ve yüzünün beyaz teninde iki kıpkırmızı, acı dolu göz parladı; ardından karanlık yeniden çöktü. Adam tekrar dönerek arkasına baktı, ışığın kendisini düşmanlarına göstermiş olabileceğinden korkmuştu. Mümkün olduğunca az ses çıkartmaya özen göstererek, solundaki kayaların oluşturduğu sığmağa doğru ilerledi. Elric yorgundu. Pikarayd topraklarındaki Ryfel kentinin yöneticisinin ordusunda paralı askerlik yapmak gibi masumca bir teklifte bulunmuştu. Ama bu aptallığının sonucunda Melni-bone’lu bir casus olarak (yöneticiye göre casus olduğu apaçık ortadaydı) hapse atılmış ve biraz rüşvet biraz da büyü sayesinde kısa bir süre önce hapisten kaçmayı başarmıştı. Kaçışın hemen ardından kovalamaca başladı. İşe kocaman şeytani köpekler karıştırıldı. Pikarayd sınırlarının ötesinde, Ölü Tepeler diye anılan, çok az şeyin yetişip yaşamaya uğraştığı ıssız ve terk edilmiş vadilerdeki bu avı yönetici kendisi yönetiyordu. Beyaz yüzlü adam, yamaçları gri, ufalanan arduvazdan^ oluşan, ki yamaçlardan kopan taşların sesleri bir mil hatta daha da uzaktan duyulabiliyordu, tepelerin dik yamaçları boyunca at sürmüştü. Çimensiz ve yıllardır su görmeyen dere yataklarından oluşan dar vadiler boyunca ilerledi, tek bir sarkıtın bile olmadığı çıplak mağara tünellerinden, unutulmuş bir halk tarafından dikilen kurganlarla dolu yüksek düzlüklerden geçerek peşindekilerden kaçmaya çalışmıştı ve artık bildiği dünyayı 1.- Arduvaz: Damtaşı ya da kayağantaş olarak da bilinir, kolayca ince yapraklar halinde aymhp yanlabilen ince taneli ve killi başkalaşım kayacı, yhn. 12 sonsuza dek geride bıraktığını, doğaüstü bir sınırı geçip halkının efsanelerinde okuduğu soğuk, kasvetli yerlerden birine, bir zamanlar Yasa ve Kaos’un birbirleriyle savaşıp yenişemeyecek-lerine karar vererek, yaşamı hatta yaşam olasılığmı bile yok ederek terk ettikleri savaş alanlarından birine geldiğini hissediyordu. Öylesine hızlı koşturmuştu ki sonunda atı çatlamıştı, daha fazla ilerleyemeyecek durumda olmasına rağmen düşmanın arkada bir yerlerde onu beklediğini bilerek geriye dönmekten korkarak, denize, bu dar kumsala ulaşma isteğiyle yola devam etmişti. Şimdi bir tekne için çok şey verebileceğini düşündü. Köpeklerin onun kokusunu almaları ve sahiplerini kumsala yönlendirmeleri uzun sürmeyecekti. Omuz silkti. Belki de burada yapayalnız bir şekilde ölmek en iyisiydi, adını bile bilmeyen biri tarafından katledilmek. Pişmanlık duyacağı tek şey Cymo-ril’in yılın sonunda neden dönmediğini merak etmesi olurdu. Yemek yememiş ve enerjisini sağlayan o ilaçlardan da almamıştı. Enerjisini yeniden toplamadan kendisini denizin ötesine götürecek ya da halkının Melnibone’lulara daha az düşmanca davrandığı Mor Şehirler Adası’na ulaştırabilecek bir büyü üzerine çalışmayı düşünemezdi. Saray halkını ve müstakbel kraliçesini geride bırakıp kendisi dönene dek Melnibone tahtına Yyrkoon’un oturmasına izin vermesinin üzerinden sadece bir ay geçmişti. Genç Krallıkların insan halkının arasına karışarak onlar hakkında daha çok şey öğrenebileceğini düşünmüştü ama onu ya apaçık bir nefret ya da kurnazca ve içtenlikten uzak bir alçakgönüllülükle reddetmişlerdi. Hiçbir yerde bir Melnibone’lunun (onun imparator olduğunu bilmiyorlardı) bir zamanlar bu zalim ve kadim ırka kölelik yapan insanların üzerindeki hak isteğinden vazgeçeceğine inanan birisini bulamamıştı. Şimdi, kasvetli bir denizin yanında dikilir ve kendini tuzağa düşürülüp şimdiden yenilmiş hissederken, kötü niyetli bir evrenin içinde yapayalnız olduğunu 13 biliyordu; dostlarından ve amaçlarından mahrum edilmiş, yararsız, hastalıklı bir tarih hatası, kendi karakterindeki yetersizlikler ve bir şeylerin doğru ya da yanlışlığına inanmadaki beceriksizliği yüzünden alçalmış bir aptal. Irkına, doğuştan kazandığı haklarına, tanrılara ya da insanlara ve en önemlisi kendine olan inancını yitirmişti. Yürüyüşü yavaşladı. Elini siyah rün kılıcı Fırtmayaratan’in kabzasına koydu, kılıç kısa bir süre önce ikizi Dulbırakan’ı Limbo’nun güneşsiz dünyasında canlı bir odada yenilgiye uğratmıştı. Fırtmayaratan, yarı duygulu gibiydi, artık onun tek yoldaşıydı, tek sırdaşı; ve onun için kılıcıyla konuşmak atıyla konuşması ya da bir mahkûmun düşüncelerini hücresindeki bir hamamböceğiyle paylaşması gibi alışkanlık haline gelmişti. “Evet, Fırtmayaratan, denize doğru yürüyüp bu işe şu anda bir son verelim mi?” Sesi nerdeyse ölü gibiydi, bir fısıltı halinde. “En azından peşimizdekilerin işini bozma zevkine erişiriz.” Denize doğru isteksiz bir hamle yaptı ama yorgunluktan bitmiş beynine göre kılıç homurdandı, kalçasında hareket edip onu geriye çekti. Albino kıkırdadı. “Sen yaşamak ve öldürmek için varsın. O zaman ben ölmek, sevdiklerime ve de nefret ettiklerime ölümün merhametini getirmek için mi varım? Bazen böyle olduğunu düşünüyorum. Hüzünlü bir döngü, eğer dön-güyse. Yine de bundan fazla bir şeyler olmalı…” Denize arkasını döndü, başının üstünde şekilden sekile giren korkunç bulutlara baktı, hafif yağmurun yüzünü ıslatmasına izin verdi, denizin kayalara çarpıp akıntıyla yeniden geri dönmesinden doğan karmaşık ve karaduygulu melodiyi dinledi. Yağmur onu az da olsa ferahlatmıştı. İki gecedir hiç uyuma-mıştı, daha önceki gecelerde de pek rahat uyuduğu söylenemezdi. Atı ölmeden önce yaklaşık bir haftadır at biniyor olmalıydı. Başının üzerinden yaklaşık otuz ft yükselen sarp granit kayalığın dibinde yağmur ve rüzgârdan çömelerek korunabileceği bir çukur buldu. Ağır deri pelerinine sımsıkı sarınıp çukura 14 yerleştiği anda uykuya daldı. Bırakın kendisini uyurken bul-sunlardı. Ölüm geldiğinde görmek istemiyordu. Sert, gri bir ışık gözlerine çarptığında kımıldandı. Boynunu kaldırdığında kaslarının tutulması yüzünden inlemek istedi, gözlerini açıp kırpıştırdı. Sabah olmuştu – belki daha da geç, çünkü güneş görülemiyordu – ve kumsalı soğuk bir sis tabakası kaplamıştı. Sisin içinden yukarıdaki karanlık bulutlar hâlâ görülebiliyordu; bu görüntü büyük bir mağaranın içinde olduğu duygusunu kuvvetlendirdi. Geçen akşama göre daha sakin görünmesine rağmen deniz hâlâ çırpınarak kendini kıyıya vuruyordu, artık fırtına sesleri kalmamıştı. Hava fazlasıyla soğuktu. Elric kalkmaya yeltenerek destek almak için kılıcına sarıldı, dikkatle etrafı dinledi ama düşmanlarının yakında olduğuna dair hiçbir iz yoktu. Kuşkusuz ava son vermişlerdi, belki de ölü atım bulduktan sonra. Kemerindeki keseye uzanıp içinden uzun ince bir parça tütsülenmiş domuz eti ve sarımsı bir sıvı çıkardı. Eti çiğnerken sıvının bulunduğu küçük şişeden bir yudum aldı, kapağını kapatıp yeniden keseye koydu. Susamıştı. Kumsalda biraz yürüdükten sonra fazla tuzla bozulmamış bir yağmur suyu birikintisi buldu. Susuzluğunu doyuracak kadar içip etrafına bakındı. Sis oldukça kalındı ve kumsaldan çok fazla uzaklaşırsa tamamen kaybolacağım biliyordu. Aslında fark eder miydi? Gidecek hiçbir yeri yoktu. Onu izleyenler de bunun farkında olmalıydı. Atı olmadan Genç Krallıkların en doğusundaki Pikarayd’a geri dönemezdi. Teknesi olmadan denizde tehlikeli bir yolculuğa atılamaz, Mor Şehirler Adası’na yönelen bir rotaya dümen kıra-mazdı. Doğuda bir denizi gösteren bir harita hatırlamıyordu ve Pikarayd’dan ne kadar uzaklaştığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Hayatta kalmanın tek yolunun kuzeye doğru ilerlemek olduğuna karar verdi, kıyıyı izleyerek er ya da geç, yanında kalan son eşyaları karşılığında tekne bulabileceği bir limana veya balıkçı köyüne ulaşabileceğini umuyordu. Yiyecek ve ilaçları onu 15 bir iki gün zorlukla idare edebileceği için bu umut aslında çok küçüktü. Harekete geçmeden önce derin bir nefes aldı ve buna pişman oldu; sis boğazını yakmış ve ciğerlerine sanki binlerce küçük bıçak saplanmıştı. Öksürdü. Çakılların üstüne tükürdü. Ve bir şey duydu, denizin hırçın fısıltılarının dışında bir şey: düzenli bir gıcırtı sesi, sanki biri sert bir deri üzerinde yürüyordu. Sağ eli sol kalçasına, orada duran kılıcına gitti. Etrafında döndü, kaynağını bulmak için her yana bakındı ama sis sesi dağıtıyordu. Herhangi bir yerden geliyor olabilirdi. Elric sığındığı kayaya yavaşça ve dikkatle geri döndü. Arkasından habersizce gelebilecek bir saldırıya karşı sırtını kayaya dayadı. Bekledi. Gıcırtı yeniden başladı ama bu sefer başka sesler de eklendi. Bir şıkırtı, bir şeyin suya çarpışı, belki bir insan sesi, belki de tahtaya sürten bir ayak sesiydi; ya az önce aldığı ilacın yan etkisi olarak bir sanrı görüyordu ya da kumsala yaklaşıp demir atan bir gemi vardı. Rahatladı ve bu kıyının ıssız olduğunu bu kadar kolay varsaydığı için kendisine güldü. Sarp kayalıkların her yöne doğru millerce – belki yüzlerce mil boyunca – uzandığım düşünmüştü. Bu varsayım büyük bir ihtimalle onun karamsarlığının ve yorgunluğunun bir sonucuydu. Aklına, haritalarda gösterilmeyen ama yelken açan gemileri ve onlar için kurulmuş limanlarıyla gelişmiş bir kültürün yaşadığı yeni bir yer keşfettiği düşüncesi geldi. Ama yine de bulunduğu yerden çıkıp kendini göstermedi. Bunun yerine kayanın arkasına çekilip sisin içinden denizi gözetledi. Sonunda geçen akşam orada olmayan bir gölgenin varlığını fark etti. Sadece bir gemiye ait olabilecek siyah, köşeli bir gölge. Gördüğü şeylerin halatlar olduğu kanısına vardı, adamların hırıltılı konuşmalarını, bir gıcırtı ve yelkenin gemi direği üzerinde ilerlerken çıkardığı hışırtıyı duydu. Geminin yelkeni toplanıyordu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir