Mehmet Zeren – Piramit

Zelişdüzü Hoşmat tepelerinden başlayarak Sup-tuman’a doğru oradan da Gülüşkür Köprüsüne kadar ilkbaharda yeşil, yazın sarı, kışın ise beyaz bir örtü misali yayılır gider, ta aşağılarla Surptuman’a varınca, birden bire bir ışık gibi söner adeta. Zelişdüzü sabahları, bilhassa ilkbahar ve sonbahar sabahları bir uçtan bir uca hafif bir sisle kaplanır. Bu da Zelişdüzü’nü, bir baştan bir başa geçen, bir yılan gibi kıvrılıp bükülerek aşağılara, özlemle, sabırla, akan Üsük çayının işi gibidir. Zelişdüzü bu hafif sisin altında beyazlara bürünmüş utangaç, ama sevimli, sevinç dolu, neşeli bir genç kızı andırır. Zelişdüzü’nü kaplayan bu sis güneş doğup iki üç mızrak boyu yükselinceye kadar terketmez; bütün ovayı; aşkla şevkle, özlemle sarar -her yanı- adeta. Güneş üç mızrak boyu yükselir yükselmez bu sis tabakası birden kalkar ortadan. O zaman insan garip bir rüya gördüğünü sanır ve birden irkilir… Baharın son demlerinde Zelişdüzü’nü kaplayan MEHMET ZEREN yeşil örtünün rüzgarda dalgalanışı iyice kendini belli eder. Böylece göz alabildiğine uzanan bu düzlük, seyrine doyulmaz bir hal alır. Yaz ortalarında, bilhassa öğle vakitleri, o boğucu sıcağın altında bir ölüm uykusuna yatmış gibidir Ze-lişdüzü ve o sıralar kocaman san bir ayna gibi günün ışıklarını yansıtır gibi olur. Zelişdüzü’nün ölüm uykusuna yattığı bu sıralar, bu boğucu sıcağın altında ne bir kuş uçar, ne bir insan yürür, ne de bir böcek kımıldar. Sıcağı ganimet bilen karıncalar bu ölü görünüşün tek istisnalarıdır. Sıcağa bayılan karıncalar koşuşur durur, adeta bu hareketsizliğe isyan edercesine. Zelişdüzü’nün karıncaları kocaman kocaman olur, renkleri de diğer karıncalara hiç benzemez. Kızgınca dururlar, tıpkı ısırmaya hazır kızgın bir köpek gibi.. Üsük çayı Zelişdüzü’nde bir yılan gibi kıvrıla bü-küle akar. Üsük çayı sabır gibidir, sessizdir, uykudadır sanki ve yer yer üzgün gibidir… Üsük çayının suyu serindir, çünkü tepeleri dumanlarla kaplı karlı dağlardan beslenir. Çayın her iki yanı sazlıktır. Bu sazlıklarda iri iri kurbağalar, koca koca yılanlar olur. Bu koca yılanlar, kurbağalara dokunmazlar. Bu da hayrete şayan bir haldir. Çayın her iki yanını kaplayan bu sık, bu uzun ve kalın gövdeli sazlıklar Surptuman’a kadar devam eder, ondan sonra seyrekleşmeye başlar. Çmaz köyünü geçip Sekrat’a oradan da Seydili’ye doğru kıvrıhr-ken tamamen çıplaktır burada Üsük çayı. Ve Seydili’ye varmadan iki kola ayrılarak büyük bir ada meydana getirir. Çini çıplak boş ve ekilip biçilmeyen bir ada. PİRAMİT – GİZLİ EL – Üsük çayı Zelişdüzü’nün damarlarında dolaşan, ona hayat bahşeden kan gibidir. Zelişdüzü’nün bolluğuna bolluk, bereketine bereket katar. Zelişdüzü’nün toprağı cömerttir. Bire bin verir. Bu bereketli düzlük de nice zalimler görmüş, nice zulümlere şahit olmuş Anadolu topraklarındandır… Zelişdüzü’nün insanı da toprağı gibi cömerttir, çilekeştir, cana yakındır, saftır, içlidir, çalışkandır; hülasa tam bir anadolu insanıdır. Bir kanş toprağı boş bırakmaz. Seydili’ye doğru — Murat nehrine karışmadan önce- Üsük çayının etrafını çevirerek meydana getirdiği ada hariç. Hiç kimse bu adaya bir bel, bir kazma vurmaz, bir karış toprağını işlemeyi düşünmez. Çünkü bu koca toprak parçası uğursuz kabul edilmiştir ve bu uğursuzluk damgasının ne zamana kadar devam edeceğini de kimseler bilmez. Bilhassa yaz akşamları, güneş battı mı, hiç kimse buradan, hele hele bu adadan geçmek istemez, çünkü, burada bu zamanda geçen birçok insanın görüp anlattığı hep aynı şeydir. “Önce bir şimşek çakıyor gibi oldu. Sonra bütün adayı alevler sardı. Ardından alevlerin ortasından gelen insan çığlıkları duyuldu, Sonra yanan insan etinin dayanılmaz kokusu kara bir dumanla birlikte sardı her yanı… Bütün gücümü kullanarak koştum ancak kurtardım canımı. ..”(*) * * ¦* Eylül ayının ilk günleri, yeryüzüne hüzün rengi- (*) Bu bölümdeki tasvir 1971 yılında, Elazığ’ın Palu ilçesine bağlı Sekrat köyünde bir sonbahar akşamı yazıldı. MEHMET ZEREN nin hakim olmaya başladığı günlerden biri, güneş yakıcılığını kaybederek an be an ufka doğru yaklaşıyor, her an batmak üzere… Üç atlı bütün maharetlerini kullanarak atlarını Zelişdüzü’nün bitimine doğru sürerlerken arkalarından gelen silah seslerine aldırmıyor gibiler… Bütün endişeleri bip an önce Zelişdüzü’nü geçip Üsük çayının Murat nehrine döküldüğü yere varmak. Üçü de at başı gidiyorlar. Yaşça en büyük olanları diğerlerine taze bir ümit aşılamak istedi: — Sürün çocuklar, sürün az kaldı, dedi. Sonra sağ elinin şahadet parmağını ileriye doğru uzatarak devam etti: — Üsük çayının çevrelediği adaya varmamıza az kaldı. Zaten güneş de batmak üzere. Oraya vardık mı kurtulduk demektir. Karanlık da çöktü mü o sık ağaçlı adaya çıkıp bizi yakalamaya cesaret edemezler. Ondan sonra da bir fırsatını bulup Murat’ı geçtik mi, tamamen kurtulduk demektir. Ha gayret çocuklar… Atlar sık sık nefes alıyor, atların burun delikleri hızla açılıp kapanıyordu. Boyunları terden şırıl sık-lam olmuştu. Arkalarından sıkılan silahların sesleri gittikçe yaklaşıyordu… “Ha gayret sözleri” rüzgara karışarak uzaklaşırken, atının nefes alışlarında bir anormallik başladığını hisseder gibi oldu. Fakat aldırmadı. Atı saniye saniye geriliyordu diğerlerinden. Halbuki çok az kalmıştı. Şu hafif tepeyi geçseler, Üsük çayına inebilse-ler gerisi çok kolaydı, iş tamam demekti o zaman. “Ah bir şu tepeyi geçip çaya inebilsek” diye düşünüyordu ki, atı kapaklandı. Atın sırtından fırlayarak yere yuvarlandı. Diğer ikisi gem keserlerken bağır10 PÎRAMÎT – GİZLİ EL – dılar: — Ne oldu Sait abi. Sait yerden doğrulurken anlamıştı atının çatladığını. At hırıltılar çıkararak can çekişiyordu. — Durmayın sürün atları, bari siz kurtarın canınızı! diye bağırdı. — Olmaz seni -bırakamayız! — Size sürün dedim, durmayın sürün! Sürün! Sait silahına davrandı. Belindeki Rus yapısı Nağant marka toplu tabancayı çekti. — Sürün diyorum size. Eğer sürmezseniz vururum sizi! — Olmaz!.. Atla terkime, kurtulursak hep beraber yoksa biz de gitmiyoruz. Bunları söyleyen ortanca kardeşti. En büyükleri olan Sait fazla zamanları olmadığını biliyordu. Kararını vermişti. Tabancanın horozunu kaldırdı. — Eğer bir saniye daha durursanız ikinizi de vururum. Anam avradım olsun vururum! Sürün ulan sürün! Sürün!.. İki kardeş ağabeylerini tanıyorlardı. Ve dediğini yapacağını çok iyi biliyorlardı. Boşuna mı Deli Sait Ağa diye nam salmıştı o. Göz yaşları içinde sürdüler atlarını… Sait Ağa, atma yaklaştı zavallı büyük bir ızdırap-la can çekişiyordu. Silahını atın başına doğrultup tetiğe bastı. Bir patlama sesi ortalığı çınlatıp uzaklardan yankılanırken Sait Ağa ikinci defa tetiğe bastı. Bu sefer “çıt” diye bir ses çıktı. Mermisinin kalmadığını anlamıştı. Hırsla tabancayı uzaklara fırlattı… Hızla gelen atların ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Artık ölmüş olan atının başında çömeldi, gümüş tabakasını çıkararak sigara sarmaya başladı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. 11 MEHMET ZEREN Yaklaşan atlılar onu görüp irkilerek durdular. Neden sonra başları olan kısa boylu tıknaz adam Sait, Ağanın silahsız olduğunu anlayınca bağırdı: — Ne bekliyorsunuz sersemler yakalayın, görmüyor musunuz silahsız!… Dört beş kişi atlarından atlayarak Sait Ağanın başına üşüşürken, başlan emretti. — Siz burda kalın, diğerleri benimle gelsin. Sürün atlan…

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir