Maria Todorova – Balkanlar’ı Tahayyül Etmek

Bir aydının umudu, dünyada bir etkisi olması değil, bir gün, bir yerlerde, birinin, kendisi ne yazdıysa tamı tamına onu okuyacağıdır. THEODOR ADORNO Bu kitap, diğer çalışmalarımdan çok daha fazla beni kendine bağlamış, akademik hayatım boyunca zihnimi hep meşgul etmiştir. Bundan dolayı, bu konudaki düşünce biçimime yön veren ayrı ayrı herkesi, çalışmayı ve olayı ister tarih sıralamasına göre olsun, ister önem sırasına, anlamlı bir düzene koymam güç. Çalışmamın gelişimi boyunca yeterli ya da hiç uzmanlığım olmayan a lanlara, ister istemez sık sık gird iğimden , önemli etkileri belirtmeden geçebilirim. Ancak, bu hiçbir biçimde entelektüel burnu büyüklük olmayıp, her zaman merakla ya da başkalarının başarılarına duyduğum saygıyla, bilinmeyen dünyalara çekinmeden girmemin sonucudur. Bu kitapla yapmaya giriştiğim şeyin iddialı olduğu açık. Böyle bir çalışma, bir yandan ikincil kaynaklardan oluşan çok karmaşık bir literatürü, diğer yandan da ulaşılabilecek tüm birincil kaynakları incelemeyi gerektirir. En ideal biçimiyle bu, bilim insanlarından kurulu disiplinlerarası bir ekibin uzun süreli tartışmalarla altından kalkabileceği bir iş. Şu anki projenin amaçları bakımından bunun olanaksız olduğu belli. Kitap boyunca ister istemez sık sık kullanılacak türden bir açıklamayla, yani olası itirazları önlemeye yönelik bir açıklamayla söze başlamam gerek. Uzun zamandır benim için ideal akademik 9 çalışmayı tanımlayan şeyi, bütün ayrıntıları zengin ve eksiksiz bir şekilde işlenmiş, büyüleyici, anlamlı ve karmaşık bir deseni ortaya çıkaramadığımın farkındayım, bunun üzüntüsünü duyuyorum. lster istemez bölük pörçük bilgilere, gelişigüzel kompozisyonlara ve eklektik tarza başvuracağım. Başlıca ödevimin kabul edilebilir bir çerçeve oluşturmak ve tartışma yolları önermek olduğunu düşünüyorum. Bu kitap, yalnızca tartışma başlatsa bile, amacına ulaşmış olacaktır. Sorunun “balkanizm” üzerine ayrı bir tür oluşturacak kadar çalışma gerektirdiğine inanıyorum. Amerikan akademik kitaplarının birçoğunda, teoriyle başlamak, eserlerinin başında yazarların kendilerini konumlandırmaları, böylelikle okurların gözlerini daha bir yıldırmaları, akad�mik çalışmanın gerekleri arasında sayılmaktadır. Okur hem yazarın anlatısının ya da argümanının akışını izlemek zorunda kalır, hem de (en azından bilinçsizce) teorik çerçevenin ne kadarının gerçekten içselleştirildiğini, ne kadarının entelektüel sempatiler ve siyasal bağlılıkların göstergesi olduğunu, ne kadarının söylenmiş olmak için söylendiğini -referans verme/verilme sendromu- ayırt etmek zorunda bırakılır. Neyse ki, okurlar kendi stratejilerini kendileri belirler. Kimileri teori kısmını atlayıp ‘esas’ konuya bakar, kimileri de tam tersine bir tek teoriyi okur ve geri kalanını önemsiz ampirik örnekler diye görür. Yalnızca kendini okumaya adamış az sayıdaki okur, çalışmaya, iddia edilen ya da açıklanan metinlerarasılığı içinde olduğu gibi yaklaşır. Ben bu üsluba samimiyetsiz bir şekilde kısmen uyuyorum (burada altı çizilmesi gereken uymak mı, yoksa samimiyetsiz mi pek karar veremedim). Teori konusunda ciddi olmadığımdan değil bu. Tam tersine, teoriye derin bir saygı besliyorum. Öte yandan, Mary Douglas’ın büyük teori .için kullandığı metafora başvurursak, kişinin kendi eklektik “Kwilu Oteli”nin kapsamlı ve dürüst bir çözümlemesini yapması, dolambaçlı ve muhtemelen boşa gidecek bir araştırma gerektirir. Burada, özümsediğim ve yararlı kavramlarını kullandığım, açık anlatımlarıyla ve sürüklendiğim kuşkulardan kurtulma yolunu 10 göstermek suretiyle destek sağlayan pek çok teorisyene borçlu olduğumu belirtmekle yetineceğim. Dilerim bunları nasıl kullandığım ya da argümanımı nasıl derinden etkiledikleri, onların savundukları belli başlı noktaların, bir kez daha yinelenmesinden daha çok yarar sağlayacaktır bu kişilere, özellikle de düşüncelerini tümüyle izlemeyi istemediğim ya da tümüyle bunlara vakıf olduğumu iddia etmediğim için: Ernest Gellner, Eric Hobsbawm, Benedict Anderson, Tam Naim ve milliyetçilik, modernite ve “geleneğin icadı” çevresinde dönen fikir alışverişi; ötekilik ve stereotipleştirmenin fenomenolojisi üzerine çalışmalar; damga [stigma) konusunda Erving Goffman ve izleyenleri arasında başlayan geniş kapsamlı ve yararlı tartışma; kültürden nesnelliğe, kuşkuculuktan karalama yarışına, özellikle bilinç eşiğine dek her konuda Mary Douglas; marjinallik konusunda genişleyen literatür; Arif Dirlik ve Aijaz Ahmad’in yardımıyla kuşku duyduğum ve katılmadığım noktaları daha çok üzerinde düşünerek ifade etmeye beni zorladığı için özellikle hayranlık duyduğum tüm post-kolonyal çalışmalar; kendisinin “çokuluslu sermaye çağı” ve “postmodernizmin global Amerikan kültürü” diye adlandırdığı genel yönelimle ilgili olarak Fredric jameson; Richard Koebner’den Helmut Dan Schmidt ve Wolfgang J. Mommsen’e kadar imparatorluk ve emperyalizm üzerine yazılan en son yapıtlar; genel olarak tasvir etme, yönlendirme, temsil e tme, özel olarak da “adlandırma”nın siyasal iktidarı konusunda Pierre Bourdieu; taksonomi (kategoriler, adlandırma, etiketleme, benzerlik, yansıtma) üzerine yeni çalışmalar; aruk iyice yerleştiklerinden dolayı Michel Foucault’nun çalışmalarının genel çerçevesinden söz etmeye gerek bırakmayan “söylem” ve “iktidar olarak bilgi” gibi kavramlar ve hepsinden önemlisi David Lodge’un eleştirel_kuram, semiotik, metafor, metonimi, sinekdok, apori ve gösterenin altında gösterilenin hep kaymasına dair dünyaya en iyi giriş olan Changing Places, Small World ve özellikle Nice Work adlı kitapları. Kendimi “geleneğin icadı”na i lişkin zengin ve gelişen bir türün içinde konumlandırdığım için, ayrıca yapmaya çalıştığım 11 şeyle “oryantalizm” arasındaki belirgin benzerlikler nedeniyle, çalışmamın başlarında Edward Said’le dolaysız entelektüel bağ kurmamam tavsiye edilmişti, böylelikle onun fikirlerine yöneltilen eleştirilerin yükünü taşımamış olacaktım. Doğuştan gelen anarşist damarımdan olacak, bu aşamada Said’e entelektüel açıdan borçlu olduğumun altını çizmek istiyorum. Onun etkisinin benim için en büyük esin kaynağı ya da en verimli öğe olduğunu söyleyecek değilim, fakat önerni de tartışılmaz. Sanırım, aramıza yeterince mesafe koydum ve kendi “balkanizm” anlayışımı açıklarken, Said’in “oryantalizm”i ile arasındaki temel farklılıkları (aynı zamanda da bağlantıları) gösterdim. Öte yandan, Said’in düşünce ya da duygularının kışkırtıcı, dahası esin verici gücünü görmezden gelmek, entelektüel dürüstlüğe sığmaz. Said’in heyecanlı eleştirileri kendisine kafa tutanlar kadar onu destekleyenlerin de ortaya çıkmasına yol açmıştır, gerçek bir entelektüel çabanın yaratması gereken etki de budur. Geçen birkaç yılda benimle aynı ya da benzer kaygıları taşıyanlarca bölgeyle ilgili çok sayıda önemli çalışma yapıldı. Bunların bazıları arkadaşlarım tarafından yazıldığından onlarla sürdürdüğüm verimli görüşmelerden çok yararlandım; diğerleri de tanışmadığım, ancak bilimsel çalışmalarına hayran olduğum meslektaşlarımın eserleriydi. Kitapta onların etkilerini belirtmeyi bir görev bildim. Sonuçta kullandıklarıma ya da dışarıda bıraktıklarıma ilişkin yanlışlıkların sorumluluğu yalnızca benimdir. Teşekkür borçlu olduğunu belirtmek aynı zamanda itiraf etmektir. Beni bu kitabı yazmaya iten saikler karmaşık ve çeşitli, ancak bu kitap her şeyden önce (her bakış açısı için olumlu şeyler söylenebilse bile) emperyalizm ya da oryantalizm çerçevesinde basitçe, Batı’nın önyargılı tutumunu açığa çıkaran, ahlak dersi alınacak bir masal değildir. Batı’da üretilen bir stereotipe karşı tepki göstererek, Batı’nın karşı stereotipini yaratmak, oksidentalizm tuzağına düşmek istemem. Birincisi, ben homoj en bir Batı’nın varlığına inanmam, ayrıca Balkanlar’a dair “Batılı” tartışmalar içinde ve arasında önemli farklılıklar bulunur. ikincisi, Batılı aydınların büyük bir bölümünün Balkan 12 araştırmalarına önemli, dahası yaşamsal katkıda bulunduklarına inanırım. Önyargılar, onlardan kurtulmaya çalışanlar için bile kaçınılmazdır, bu içeridekiler kadar dışarıdakiler için de geçerlidir. Aslında dışarıdakinin görüşünün, içeridekinin görüşünden daha az değerli olması gerekmez, ayrıca içerideki, araştırma konusuyla varoluşsal bir yakınlık içinde olduğundan hakikatlerle donanmış değildir. Nihayetinde asıl önem kazanan şey ise, paralize eden epistemolojik bir kuşkuculuk karşısında bile, önyargılardan arınma yolunda bilinçli çaba gösterme ve ötekinin gerçekliğini dile getirmenin yollarını arama sürecinin kendisidir. Batı’da ve Doğu’da üretilen önemli miktarda akademik bilgi olmasaydı, bu kitaptaki konuları ele alamazdım. Birkaçının adını zikretmek, düşüncelerimi biçimlendirmemde etkili olan bütün bu bilim insanlarının hakkını vermeyecektir, onları sıralamaya başlamak bile olanaksız. Ne Balkan halklarını masum kurbanlar olarak resmetme gibi bir amacım var, ne de “mağduriyete dayanan ilksel bir masumiyet hissi”1 yaratma gibi bir çabam. Müphem bir konumda olduğumu, aynı anda araştırılan konunun ve onunla ilgili bilgi edinme sürecinin hem dışında hem de içinde kalma ayrıcalığını yaşadığımı ve bunun sorumluluğunu taşıdığımı çok iyi biliyorum. David Spurr The Rlıetoric of Empire adlı kitabında, Batı Avrupa kültürünün sınırlarını belirleyen yerlerden gelen jacques Derrida’yla julia Kristeva’yı örnek gösterir: “Derrida, Fransa imparatorluğunun Afrika’nın uçsuz bucaksız boş topraklarına karıştığı sömürge Afrikası’ndan; Kristeva’ysa Haçlıların geçiş yeri ve Hıristiyan Avrupa’yla Osmanlı imparatorluğu arasındaki çekişmenin tarihsel alanı olan Bulgaristan’dan gelmektedir. Böyle yerlerde hem Batı’da hem de Batı’nın ötesinde yaşamak, Batı dilinin sınırlarını bilmek, adeta düşünülmeyenin bölgelerine bakarcasına güneye ve doğuya bakmak mümkündür. “2 Bu örneği kullanmamın nedeni, bir analoji kurarak Edward W. Said, Represcnıations of ıhe lnıellectual, New York: Pantheon, 1994, xii. 2 David Spurr, Tlıe Rlıetoric of Empire: Colonial Discoıırse in Jourrıalism, Tı·avel Writing, and lmperial Adnıinislralion, Durham N.C. ve Londra, Dukc Univcrsiıy Press, 1993, 196. 13 otorite iddiasında bulunmak değil (özellikle bu yazarların çalışmalarını enikonu araştırmadığım ve onların temel önermelerinin bazılarını paylaşmadığım için), “sınırda olma durumundaki tehlikenin ve özgürlüğün” farkında olduğumu anlatmaktır. Hem doğduğum ülke olan Bulgaristan’da hem de sonradan yurttaşı olduğum Amerika Birleşik Devletleri’nde marjinalliğimin enikonu farkındayım (aynı zamanda da bundan büyük keyif almaktayım). Bu yeni bir farkındalık değil, yalnızca kapsadığı coğrafya genişledi o kadar. Bulgaristan’dayken bile, karışık etnik köken bilinci ve ulus-devletin hakim söyleminin yarattığı koşullarda Osmanlı lmparatorluğu’nun melez toplum yapısını incelemeye ve öğretmeye dayalı mesleğim, bana entelektüel sürgünde olma duygusu vermişti. Eğer Bulgaristan’da kalmış olsaydım, sunduğu fikirler ve ampirik malzeme öğretmenliğime ve davranışlarıma yansımış olsa bile, bu kitabı yazamazdım. Bambaşka bir kitap yazma saiki duyardım; bölgedeki içsel oryantalizmleri araştırıp açığa çıkaran, (milliyetçilik konusundaki dogmatik yergilere başvurmadan) etnik milliyetçiliğin yıkıcı ve yoksullaştırıcı etkisi üzerinde duran, dahası imparatorluk düzenlerine özlem duymaktan uzak kalarak Osmanlı’dan ve daha yakın Balkan geçmişinden ortak insan kültürünü zenginleştirecek alternatif bir gelişim için olasılıklar çıkaran bir kitap. Belki günün birinde bunu da yazarım. Ancak, nasıl olduysa, şimdi ve burada yaşamaktayım ve şimdiki dileğim, bu okurlara bir öykü anlatmak, burada üretilmiş, fakat orada olumsuz etki yapan birtakım şeyleri açıklamak ve onlara karşı çıkmak. Sesimizi duyurmak istediğimiz kitleye erişip erişemediğimizi bilemeyiz elbette; aynı şekilde sesimizi duymasını beklediklerimizin bizi tanıyıp kabul edecekleri de belirsizdir. Olası itirazları önlemek için belirteceğim ikinci nokta ise, bu çalışmanın, Pater Gay’in deyişiyle “karşılaştırmalı önemsizlik” alıştırması olmasını istemediğimdir; yani, ne dış dünyanın hoş olmayan davranışlarda bulunmasının Balkanlar’a kendi sorumluluklarını yerine getirmeme hakkını vermesini, ne de Hans Magnus Enzensberger’in “kahramanlar yoktur, yalnızca ipleri oynatanlar vardır” şeklindeki hatalı tanım14 lamasını desteklemek isterim. Ben homojen bir Balkan soyutlaması adına yazmıyorum. Bugüne dek kişinin kendi yazdıkları üzerfode denetim kurmasının sınırlarını, ayrıca yazdıklarının nasıl anlaşılması ya da kullanılması gerektiği konusunda kurallar koymanın olanaksızlığını iyi anlamış bulunuyorum. Ne var ki, şu anda kimlik sorunları üzerinde kafa yoran ve önceden şekillenmiş dışlayıcı kimliklerce kendilerine yakıştırılan bölünmeleri kabullenen Balkan aydınları arasında konuşmaktayım. Bunu yaparken, onları, Batılıların kendilerine mesafeli davranmasının yaratllğı güçsüzleştirici etkiden ve dünün Doğu Avrupa düğümündeki ortaklarının duygusal reddiyesinden kurtarmayı amaçlıyorum.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir