Kemal Tahir – Bozkırdaki Çekirdek

De bakalım, 275 Malak İlyas, bura nere? «—Kutsal Başkentimiz Ankara’dır öğretmenim! «—Ya siyim siyim yağan? «—Ahmak ıslatandır öğretmenim! «—Güçlü bir esinti bu pisliği sürüp götürmezse n’olur? «—Çoğa varmaz bütün ateşler söner, taş toprak, mal davar, adam odun birbirine karışır. «— Ulan aferin Malak İlyas! Şimdi beri baksın da, 319 Namık Atmaca, bunun ne demeğe geldiğini bize açıklasın! Beklemekteyiz! Bekledik! Bilemedi, çünkü dinlemedi. Çabalamakta ki, 404 Selim Aktay’ın kuyruğuna kâğıt iğneleye Kıyametin cıvığı demektir akılsız Atmaca! Sırıtmayalım, sınıftayızdır, kişnemeyelim, toplum bilim dersidir bu!» Somurtkan herif aklından geçirdiklerine gülecek yerde, suratını büsbütün astı. Çok uzun boylu, kamburca, kara kuruydu, kılıksızdı. Ulus meydanının Zafer Anıtı karşısında, ahmak ıslatanın altında, kafası dik duruyor, bir çalım, Donkişot’a benziyordu. Lise kasketli bir kız herifin bileklerindeki kelepçeyi, yanındaki silâhlı candarmayı görünce ürktü, bunu güzelliğine yaraştıramamış olmalı ki göğüslerini hışımla gerdi, her adımda topuklarını yarı çevirerek ak yağmurluğuna sıkıca sardığı kalçalarını anaç bir ustalıkla çalkalaya çalkalaya uzaklaştı. Kelepçeli herif, okula gitme saatini çoktan geçtiğini düşünmüş, «Lahavle» anlamına başını sallayarak Anıta dönmüştü. Anıtın gülle taşıyan köylü karısı da ahmak ıslatana metelik vermiyordu. Suratının çatkınlığı sırtındaki onbeşlik merminin ağırlığından değil, angaryanın yüz yıllardır bitmek bilmemesindendi. «Bu nasıl Batı uygarlığı, efendim Atatürk’üm! Sen atlısın, avrat yaya! Beygirin taşıyacağı yükü de ona vurmuşuz!» Bir gün öğretmenler odasında yaptığı bu şakayı, yargıda fizikçi bayan Karakoyun, suça delil göstermişti. «Sayın başkanım! Kutsal varlıklarımızla yerli yersiz eğlenirdi felsefeci arkadaşımız! Söz gelimi: Rejim… Büyükler… Aile düzeni!» Herif bu kez sırıttı. Ağır ceza başkanı bay Yunus tersleyip oturtmasaydı, fizikçi bayan Karakoyun’la yakışıklı cimnastik öğretmeni Bozkurt’u, okulun ayakyolunda öpüşürken gördüğünü anlatacak mıydı? «Biri karısına, öteki kocasına söylerim diye korkup düzenlediler bu komonist iftirasını» diyecek miydi? Başkan: «Niçin sana düşmanlık etsin arkadaşların? Evine de onlar koymadı ya bu şiir kitaplarını… Saygı isterim yargı yerine… Ne var gülecek?» diye elini kürsüye vurmuştu küt küt… «Ne mi var? İki yıl ağır hapis! İki yıl sürgün! Ne kadar sevdiğimizi, ancak cezaevinde anladığımız yirmi üç yıllık öğretmenliğin tantuna gidişi… Daha nossun, 275 Malak İlyas, nossun ha?» — Islandın hocam! — Islandık evet! Bir sığınak bulmalı… — Yitirir ayı bizi! «Ayı» tirende unuttuğu matarasını aramağa giden ikinci muhafızdı. — Karşıya geçelim! Ordan gelecek nasılsa… — Tamam! Saçağı altına sığındıkları yapının kapısı açıktı ama, girip çıkanı, odadan odaya gidip geleni yoktu. Hoca içersinin temizliğini önce beğendi, sonra yadırgadı. «Bu temizlik neden ürkütücü? İnsansızlıktan mı?» diye düşünürken tabelâyı görüp meseleyi anladı. Ahmak ıslatandan kurtulmak için Tek Partinin Genel Sekreterlik çatısı altına sığınmışlardı. Burası mebus, milletvekili, saylav fabrikasıydı. «Devletinden yüksek sırları gibi, bu garip üretimin de gizliliği olmalı! Kapılarında dolaplarında ikişer üçer kırmızı ay çakılıdır bunun… Girip çıkanı, gezip dolaşanı o yüzden yok!» Kara şemsiyeli, karayağız adam hızla yaklaştı, geçti, duraladı, döndü: — Nedir? Narıyor burda bu? Hoca, karayağız adamın bakmadan kelepçeyi nasıl gördüğüne şaştı. — Kelepçeli adam geçirilir mi buradan? — Hastaneye… — Höst! — Yatacak… — Höst dedim! Bura nere ayı? Götür ne cehenneme gidecekse, yıkıl! — Matarasını unuttu arkadaş… — Daha söylüyor! Götür dedim, defol! Arkadaşını kaybetmek korkusuyla ne yapacağını şaşıran muhafızını hoca, kolundan çekti, beş on adım sonra dönüp baktı: Karayağız adam, parti genel sekreterlik binasının paspasında ayaklarındaki ahmak ıslatanı silmeğe çalışıyordu. Kara şemsiyesini kapattığı için, birden küçülmüş, parmak kadar kalmıştı, öyleyken kasılarak içeri girmesini hoca beğendi: «Yürekli adam! Helâl olsun bu kızgınlık tosuna! Tosun büyür, öküz olur. Kara kaplı kitabın yazdığı doğruysa, dünyayı boynuzunda gezdirecek yiğitlerden biri de bu…» Tek Partinin Genel Sekreteri, arkası pencereye dönük oturmuş, önündeki boş kâğıda, canından bıkmışların acılı bakışlarıyla dalmıştı. Bir yandan sağ dizkapağındaki romatizma sızısını kolluyor, bir yandan özenerek sivriltilmiş kurşun kalemleri, canlıymışlar da kımıldanacaklarmış gibi garip bir ürküntüyle gözetliyordu. Kapı vuruldu, «Gel» demesine kalmadan, kara giyimli karayağız adam girdi: — Merhaba! — Ooo! — «Yalnız» dediler inanmadım! Tombul ellerini saçsız başından geçirdi, Millî Şefin portresi altındaki koltuğa oturdu. Genel Sekreterin açıp önüne sürdüğü kutudan bir akide şekeri aldı: Gitmiyor musun Meclise? — Hayır! Genel Sekreter, Karayağız Milletvekilini süzdü: Canın sıkılmış bir şeye senin? — Önemi yok! Çenesiyle telefonu gösterdi: İzin verir misin? — Rica ederim! Karayağız Milletvekili telefonu çekti, birine çiftlik bağışlıyor gibi, kasılarak numaralan çevirmeye başladı. Tek Partinin ileri gelenlerindendi. Orta Anadolu’da geniş toprakları vardı. Hukuku bitirmiş, İsviçre’de doktora yapmıştı. Fransızcayı anadili gibi konuşur, Yunus’tan Nâzım Hikmet’e kadar bütün büyük şairlerin en iyi şiirlerini ezberden okurdu. Doğduğu bölgenin tarihinden, ekonomisinden, toplumsal özelliklerinden gündelik politikada pratik sonuçlar çıkarmasını başarıyordu. Partide gördüğü saygı, vekil olmak için şunu bunu dirsekleyip çelmelemeye kalkmamasındandı. Dilediği yerde, kendisini hiç zorlamadan, yüzde yüz batılı göründüğü, doğma büyüme istanbullu gibi konuştuğu halde, dilediği yerde taşralılığa, kendi deyimiyle «kaba türklüğe» vurur, böyle yapmakla zekâsını —daha doğrusu kurnazlığını— yeterince gizlediğine inanırdı. — Alo! Kimsin? Sen misin komutan? Sensin… Ya ben kimim? Sesimi aldın! Demek unutulmamışız! Sağol varol! Kız iyidir ellerini öper. Oğlan da ellerinden öper. Hanım iyidir gayet! Beri bak! Şimdi neredeyim, niçin telefon etmekteyim? Bilemedin Biz o yollardan vazgeçeli haniiii… Basar mısın iş üstünde? Bizi basacak zaptiye daha doğmadı anasından, koçum! Genel Sekreter gülümsedi. Her zamanki resmi çiziyordu: Bir uçsuz bucaksız Bozkır… Ortasında çırılçıplak, umutsuz bir ağaç… — Sayın Genel Sekreterimizin yanındayım! Saygı kolay! Milletvekili arkadaşlar senden şikâyetçi… Aman ya! Ve de haklılar! Aman ki nasıl! Ana caddelerde kelepçeli serseriler görülmeğe başlamış gene! Nerde mi? Genel Sekreterliğimizin tam önünde… Hayır, yürür vaziyette değil, çatı altına sığınmış! Yok devenin başı! Bir de candarmasız mı olacaktı? Ne halt ettiklerini ne bilirim ben! Tam sırasında yetiştim, az kalsın telefon ediyorlardı Candarma Genel Komutanına… Bu kez bana bağışladılar! Aman gözümüzü açalım, şart olsun boylarız Dersim’i Evet, devriye çıkart, dolaşsın teresler, işleri ne… İyisi, gece götürüp getirmeli! Olmazsa, geçirmemeli ana caddelerden… Rica ederim, ödevimiz! Aslında minnet genel sekreterimize… Sağol varol! Telefonu kapatıp göz kırptı: — Aklı başından gideyazdı herifin! Tanırsın eski emniyetçilerden. Bağladılar kuyruğuna tenekeyi!.. Çok içiyormuş… İçer amma burnuna mı, ağzına mı? Üç gün üç gece çeksin kafayı, sanırsın ki camiden geliyor! Profesör Milletvekili haber veren hademeyi iterek girdi: — Merhaba! Vay efendim, ne zaman döndünüz geziden? Karayağız Milletvekili elini uzattı: — Dün! — Ya biz neden duymadık? Karşılık beklemeden genel sekretere sordu: Hayrola! beni aramışsın? — Paşa mebus görüşmeye gelecek! Bulun, istedim. — Neymiş derdi? — Bilmem! İstasyondan telefon etti, berberden… Profesör Milletvekili de irikıyımdı. Millî Şefin gören gözü, dinleyen kulağı, söyleyen dili sayılıyordu. Oturdu, göbeğini dizlerinin üstüne yerleştirdi. Cıgara çıkarırken pencereden baktı. Ahmak ıslatanın ötesinde, Başkent, eski gazetelerin boyası uçmuş fotoğrafları gibi silik görünüyordu. Suratını asarak paketi Karayağız Milletvekiline uzattı. — Sağol! Şeker yiyorum! Gittin mi dün gece Macar’ların kokteyline? — Uğradım şöyle bir! — Atabilmişler mi üstlerinden Stalingrat yenilgisinin sersemliğini? — Yok! — Ya, seninkiler nasıl, ırkçı turancı yiğitler? Profesör, belli belirsiz ürktü, gülümsemeğe çalıştı: — Vaktiyle sizindiler, bizim mi oldular şimdi? — Bizim sizin… Nasıllar? — Bet beniz kül… Dil diş kitlenmiş… Bitik! Aralıksız toplantı yapıyorlarmış geceleri… — Savaşı kazanmanın yolunu göstermek için mi Hitler’e? — Şakayı bırak! Çok sıkıştırıyormuş Alman Elçiliği… — Ne diye? — «Bir şeyler yapın! Zorlayın hükümetinizi… Fırsatı kaçırdınız mı yandınız» diyorlarmış… — Neymiş kaçırılacak fırsat? — Kafkasya’dan savaşa girmek… — Biz? — Evet! Eğer baskıya dayanamazlar da gösteriye mösteriye kalkışırlarsa… Kapıya bakarak sesini alçalttı: Korkarım, Hitler’den önce, bizim başvekil yuvarlanır teker meker… — Yok canım, deli mi bunlar? — Bizim Enver’le Talât deli miydi? Neden tehlikelidir yabancılarla o kadar içli dışlı olmak? Farkına varmadan aşmış bulunursun bağımsızlık çizgisini… Dizginler elinde sanıp asılırsın… küt düşersin sırt üstü… Kıs kıs güldü: Kokteylde ağzını bıçaklar açmıyordu bizim başvekilin. — Napalım! Söyledik vaktiyle, «Bunlar şurdan burdan gelmiş döküntü… Dünya tutuşsa içinde hasırları yok» dedik. Dinlemedi, yüz verdi tereslere… Politikada gereğinden çok güven aradın mı, hapı yutarsın! — Evet, «Var mı bana yan bakan» diye efelenen adamın ödü kopuyormuş, Millî Eğitim Bakanından… — Amma yaptın ha! Benim bildiğim Millî Şef «Solda sıfırım» diyenden, başvekil çıkarmaz! — Valla ben o inançta değilim! Bugünün gözde işi: Eğitim! Gözde vezir: Eğitim Bakanı… «Adamlarını yerleştirdi kilit noktalarına… Bakanlığı gerektiği zaman kendi yararına kullanmak niyetinde!» diyorlar, «Köy enstitülerinde yetiştirdiği öğretmenlerle, önce halkodalarını, sonra Halkevlerini tutacak, aşağıdan yukarı partiyi ele geçirmeğe çalışacak» diyorlar. Karayağız Milletvekili gözlerini kısarak sordu: — Ne dersin Genel Sekreter? Genel Sekreter bir başka kâğıda bir başka bozkır resmi çiziyordu. Birisine çok acımış gibi içini çekti: — Ne kadar tehlikelidir verilenle alınanı birbirine karıştırmak! «Vekil baba! Bilmem ne baba» türkü çağırtır mı öğrencilere adam? Osmanlının, her zaman, babası tektir. İkincisi babalıktır ki hiç gelmez güvenmeğe… Duyduğum doğruysa «Sol» demeye başlamışlar adamcağıza şimdiden… Yakında «komonist» diyen vicdansızlar çıkarsa hiç şaşmam! Profesör elini kesinlikle salladı: — Çıktı bile çoktan… Sağcı eğitimciler Bakanlığı «Solda sıfır»a, enstitüleri, onun çömezi kesilen, eski arkadaşları İlk öğretim Genel Müdürüne kaptırma’ aptallığını sindiremediler bir türlü… Suçun kendi tez canlılıklarında olduğunu kabul etmiyorlar. Mihverin yeni dünya düzenini yıkılmamacasına kuruldu sanıp gençlik kollan örgütlemeğe kalkmak aptallıktı. Köy öğretmen okullarından çıkacakları köy gençlik kollarına başkan yapacaklardı. Bakanlığın ileri gelenlerinden biri anlatmıştı bana o zamanlar… «Giydirirsin ketenden birer kilot pantolon ham deriden birer çizme… Takarsın bellerine birer küçük kasatura… Kollarını doldurursun kırmızısı bol rütbe şeritleriyle… Kapelalarına takarsın kurt kafalarını, kartal başlarını…» dediydi. Böyleymiş İspanya’daki köy öğretmenleri… İmtiyazlıymış hepsi… Hem de Franko’dan değil, Napolyon savaşlarında gösterdikleri vatan severlikten kalmaymış bu imtiyazlar… Franko rejimi, önce aylıklı orduya, sonra kiliseye, daha sonra da köy öğretmenlerine dayanıyormuş… «Bizde tarihsel geleneği de var» dediydi herif, «Eskinin tımarlı sipahisi, devletin köyde çekilmiş kılıcıdır» diye kasıldıydı. Genel Sekreter gözlerini kırpıştırarak Profesörün laf dokundurup dokundurmadığını anlamağa çalıştı. Onun da yüreğinde bir zamanlar böyle bir Nazi aslanı yatıp kalkmıştı. Hitler’in kazanma umudu kalmayalı, bir başka aslan almıştı, yenik düşenin yerini… Ziya Gökalp merhumun, halka rağmen aydınlar despotluğunu getirecek alaturka bir aslan… Çok değil Batıda okumuş otuz beş, kırk milletvekili uydurmak… Aşırı sağcılarla kağşamış kuvayi milliyecileri birbirine düşürüp Partiyi ele geçirmek… Yarım yüzyıldır pusuda, hiç tehlikesi olmayan, böyle bir fırsatı bekliyordu. Ellerini birbirine sürdüğünü fark edince ürkerek durdu. İçinden geçenleri, karşısındakilerin fark edip etmediğini, soluğunu tutarak, araştırdı. Profesörle Karayağız Milletvekili bu geçitte kimlerin düşüp kimlerin kalacağını kestirmeğe dalmışlardı. Kapının vurulduğunu duymadılar, hademe içeri girince suçüstü yakalanmışlar gibi ürktüler, Paşa Mebusu görünce hemen ayağa kalktılar. Paşa Mebus, Genel Sekreterle yalnız görüşmeyi tasarladığı için, belli belirsiz duraklamıştı. Karayağızdı, ortadan uzuncaydı, tıknazdı, ömrü, her yeni durumda, hak ettiğinden fazlasını almaya çabalamakla geçmişti. Onun da hesabı, hiç bir şeyi tehlikeye atmamaktı. Gerçekten hak ettiklerini hep bu yüzden kaybetmişti. — Rahatsız etmedim ya? — Rica ederim! Genel Sekreterle Karayağız Milletvekili ellerini gevşek uzattılar. Profesör, tersine, yürekten sevgisini anlatmak istiyormuş gibi, Paşanın gövdesini birkaç kere salladı: — Uğrayacağınızı öğrenince, vazgeçemedim görüşmek zevkinden paşacım! Genel Sekreter Ebedî Şefin portresi altındaki koltuğu gösterdi: — Buyurun! Nasıl olsun kahveniz? Ötekine döndü: Biz de içeriz, değil mi? Profesör tekrarlıyordu: — Aslan gibisiniz paşacım, demir gibi! Acele cıgara verip ateş tuttu: Biz yaşlanıyoruz, siz maşallah, gençleşiyorsunuz! Paşa, sevinecek oldu, Millî Şefin portresine gözleri ilişince hemen somurttu. Resimdeki bakışlar, aklından geçenleri okuyormuş gibi, her zaman, yüreğini ürpertiyordu. Nasıl ödeneceğinin yolu bir türlü ‘ bulunamamış ağır bir borcun tedirginliğiydi bu… Kendisi generalken beriki albaylıktan gelip şef olmuş, İzmir suikastı sırasında da canını bağışlamıştı. Bunun böyle olduğunu bir kabullense her şey düzelecek, çekişme filan da kalmayacaktı. Ahmak ıslatanın camlardaki hışırtısı, içerinin cıgara soluklarına karışıyordu. Genel Sekreterin önündeki kâğıtta, uçsuz bucaksız bozkır… Bunun ortasında çorağa teslim olmuş gibi, cılız dallarını, iki yana açmış tek ağaç… Kalın yaldız çerçeveli portrelerinde Ebedî Şefle Millî Şefin, oturanları makasa almış, araştırıcı bakışları… — Başıma çok garip bir iş geldi İstanbul’a bu gidişimde… Paşa Mebus biraz bekledi, yavaştan öksürdü: Pazar sabahı, yani dün sabah, evde oturuyordum! Kapı çalındı. Üç kişi, kılıksız üç herif… içeri girer girmez ayağıma kapanmazlar mı? Paşa, ayarlayamadığı sesinin konuştukça artan bozukluğunu önlemek istemiş, herkesi neden kabul etmediğini, bunların nasıl yanlışlıkla içeri alındığını anlatmaya girişmişti. Genel Sekreter gözlerini kısıp başını sağa sola bükerek çizdiği resme bakıyor, can sıkıntısıyla bıyıklarını dişliyordu. «Profesörün her şeyi yukarıya yetiştirdiğini bilmez mi bu adam? Bilirse neden kısa kesmez?» Bir an araya girip sözü konuya getirmeyi düşündü, dişlerini sıkıp kendini tuttu. Kurtuluş Savaşı’nın başında eri büyük üç kuvayi milliyeciden biriydi paşa mebus… 1939’da yeniden milletvekili seçilmiş, kısa bir süre, önemli bir yere de getirilmişti. Fakat İzmir suikastında asılma tehlikesi atlatması, yıllarca gözaltında tutulup yazdığı anılarla bazı belgeleri ele geçirmek için evinin birkaç kere basılması, her çeşit arkalamayı bugün bile tehlikeli kılabilirdi. Vaktiyle ittihadı Terakki’de beraber çalışmış olmaları, «durumun nezaketini» büsbütün arttırıyordu. Tanık önünde konuşmak istemesi de bundandı. «Kes artık birader! Patavatsızlık olur ama…» eskiden beri yüzde yüz gerekli değilken birine pusu kurmayı sevmiyordu. Bir değnek çizdi, iki ucunu karaladı. Epeydir memleketin kaderini etkileyecek politika gücüne sahipti. Yıllardır özlediği güvene, kendisini kendi gözünde yüceltecek onur çizgisine bu güçle ulaşacağını ummuş, Genel Sekreterlik masasına oturduğu an yanıldığını anlamıştı. «Beceremedi kovuldu» diyecekleri korkusuyla kıvranıyor, her geçen gün, biraz daha kalleş, biraz daha ödlek olduğunu seziyordu. Oysa buraya gelebilmek için nelere katlanmış, ne bataklıklara isteyerek gırtlağına kadar gömülmüştü. Kâğıt kalem bulur bulmaz çizmemezlik edemediği uçsuz bucaksız bozkır, hayatı; ortasına diktiği umutsuz tek ağaç da kendisiydi. Paşa Mebusla beraber geçmiş ilk gençlikleri, sonraları gülünç bir hale gelmiş de olsa ülküye benzer cici bir şeye şöyle bir sürünmüştü. Omuz omuza atlatılmış tehlikelerin anılarıyla birbirlerine bağlı olmaları gerekti. Oysa araya giren olaylar, anıları bile ayırıcı hale getirerek, bütün bağları koparmıştı. Bu olayların içinde en yakın dostları ele verip ölüme yollamak, en kutsal inançları, en iri yeminleri, minimini çıkarlar, sefil korkularla çiğnemek gibi, hiçbir özür kırıntısı taşımayan, büyük alçaklıklar vardı. Bunların pişmanlığı, öteki anılar gibi, zamanla uzaklaşıp hafifleyecek yerde, karşı durulmaz yaşlılığını sinirlere verdiği güçsüzlükle büsbütün ağırlaşan göğsüne çöküyordu. — Ben çekiyorum geceliği, herifler çekiyor! Yırtıldı yırtılacak… Vaktiyle şu “kadar altına çıkmış sadakor entari… Pazarda bulunsa, önemi yok… Yemin istiyorlar bizden… Aslını bilmediğim bir iş yapmak için yemin edecekmişim! «Olmaz öyle şey» diyorum, kurtulamıyorum! Baktım elden gidecek bizim sadakor entari… Paşa Mebusun, biraz alay karıştırıp aklı sıra olayın ağırlığını azaltmaya çabaladığı belliydi. Birden paşalığı üstünden düşmüş, köylülüğü meydana çıkıvermişti. Genel Sekreter, kendini küçülterek belâdan sıyrılmağa çabalayan köylü kurnazlığını iyi tanıyordu. Kendisi de, Paşayla Profesör gibi köylü aslındandı. Okumuşlar, yabancı dil öğrenmişler, sırasında insanların ölüm kalım sorumluluğunu yüklenmişlerdi ama, hiç biri köylülükten kurtulamamıştı. «Aşırı sevince, mal hırsına, kızgınlığa, hele korkuya kapıldığımız zaman, çamaşırlarımızı, suratlarımızın aydın yontulmuşluğunu bir yana iterek bütün güçsüzlüğü, kuşkuları, kıyıcılığıyla dışarı uğrar köylü kurnazlığımız!» — Bilmem nerde gecekonduları varmış… yıkıyor belediye… önlememi yalvarmaya gelmişler! Profesör deminden beri elinde tuttuğu kibrit çöpünü kutuya hışımla vurup kırdı. Bununla «Hay Allah müstahakını versin Paşa! Bu muydu, bir saattir gevelediğin?» demek istemişti.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir