Bu öykü bir kemikler kentinde, ölümün daracık sokaklarında başlıyor. Mezarların, taş meleklerin yer aldığı ve daha bedenleri mezarlarında soğumadan önce unutulmuşların hayaletlerinin dolaştığı; Paris’in Montmartre Mezarlığı’nın sessiz bulvarlarında, yürüyüş yollarında ve çıkmaz sokaklarında geçiyor. Bu öykü, kapıdaki gözleyiciler ve bir başkasının kaybından kâr etmek için buraya gelmiş olan Paris’in yoksullarıyla başlıyor. Dik dik bakan dilenciler, keskin gözlü eskiciler, çelenk üreticileri, eski adak biblosu satıcıları, kâğıt çiçek yapan genç kızlar, siyah tenteleri ve kirli camlarıyla bekleyen arabalarla devam ediyor. Öykü bir defin oyunuyla başlıyor. Le Figaro gazetesinde çıkan küçük bir ilan; yeri, günü ve saati bildirdiği halde çok az kişi gelmişti. Koyu renk tül peçeleri, jaketatayları,<*> cilalı çizmeleri ve mart yağmurundan korunmak için gösterişli şemsiyeleriyle küçük bir grup vardı. Açık mezarın kenarında ağabeyi ve annesiyle birlikte duran Leonie’nin göz alıcı yüz hatlarını siyah tül gizliyordu. Rahibin dudaklarından dökülen günahların bağışlanmasını isteyen obosit sözleri, Leonie’yle birlikte oradaki herkesin yüreklerini, duygularını harekete geçirememişti. Rahip, kolasız beyaz kravatı, ucuz tokalı ayakkabıları ve yağlı cildiyle Paris’in kuzey kesimindeki On Sekizinci Bölge’de bulunan bu toprak parçacığına kadar gelmiş olan yalanları ve aldatma öykülerini elbette bilmiyordu. (*) Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. 13 Kate M o s s e Leonie’nin gözleri kupkuruydu. Tıpkı rahip gibi o da bu yağmurlu öğleden sonrasında oynanan oyunların farkında değildi. Bir cenazeye, kısa sona ermiş bir yaşamın bitiş noktasına katılmak üzere buraya geldiğini düşünüyordu. Şimdiye dek hiç karşılaşmadığı bir insana, ağabeyinin sev-gilisine son görevini yapıp, saygısını göstermek için buradaydı. Kederli ağabeyine destek olmak amacındaydı. Leonie’nin gözleri; solucanların, örümceklerin yaşadığı nemli toprağa indirilmekte olan tabuta dikildi. Oysaki ani bir hareketle başını çevirip, çok sevdiği ağabeyi Anatole’e baksaydı; yüzündeki ifadeyi fark edip çok şaşırabilirdi. Çünkü, genç adamın yüzünde bir kaybın üzüntüsü yerine bir rahatlama vardı. Üstelik Leonie başını hiç oynatmadığı için mezarlığın uzak köşesindeki servi ağacının altında yağmurdan korunmaya çalışan gri silindir şapkalı, redingotlu adamı da fark etmiyordu. Herhangi bir Parisli güzel kızın saçını düzeltip, tülün altından gözlerini kaldırıp ilgiyle bakacağı türden bir erkeğe benziyordu. Özenle dikilmiş deri eldivenlerin içindeki iri, güçlü elleri, maun bastonun gümüş tepeliğinde duruyordu. Bu eller bir genç kızın belini kavramak, sevgilisini kendine çekmek, solgun bir yanağı okşamak için yaratılmış gibiydi. Yüzünde gergin bir ifadeyle etrafa bakarken, parlak mavi gözlerinin içindeki gözbebekleri kara iğne delikleri gibi parlıyordu. Tabutun kapağına inen toprağın boğuk sesi ve rahibin son sözleri kasvetli havada yankılanıyordu. “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına… Âmin.” Rahip son kez haç çıkarıp, sonra da gitti. Âmin. Demek böyle. Leonie daha bu sabah Monceau Parkından koparılmış hatıra gülünü elinden bıraktı. Siyah eldivenli parmaklarının arasından kayan beyaz gül, soğuk havada usul usul dönerek aşağıya düştü. Bırakın ölüler rahat olsun. Bırakın ölüler uyusun. Yağmur şiddetini artırırken mezarlığın yüksek oyma demir kapılarının ötesinde; Paris’in çatıları, kuleleri ve kubbeleri, gümüş bir sise gömül-14 Tapınak müştü. Sis; Clichy Bulvarfndan gelen fayton gürültülerini ve Saint-Lazare Garından yola çıkan trenlerin tiz çığlıklarını bastırıyordu. Cenaze törenine katılanlar mezarlıktan ayrılmaya başladılar. Leonie, ağabeyinin koluna dokunurken, Anatole usulca elini okşayıp başını eğdi. Birlikte mezarlıktan çıkarlarken Leonie artık bunun bir son olmasını diliyordu. İşkence ve acıyla geçen birkaç kasvetli ayın ardından belki her şeyi artık geride bırakabileceklerdi. Gölgelerden sıyrılıp belki yeniden yaşama dönebilirlerdi. Ama şimdi Paris’in birkaç yüz kilometre güneyinde bir şeyler kıpır-dıyordu. Bir tepki, bir bağlantı, bir sonuç… Gözde kaplıca kasabası Rennes-les-Bains’in1″» üzerindeki çok eskilerden kalma kayın ormanlarında hafif bir esinti, yaprakları kımıldatıyordu. Uzaktan bir müzik sesi geliyor, ama tam olarak anlaşılmıyordu. Son. Nihayet sözcükler rüzgârla dağılıyor ve Paris’teki bu mezarlıkta masum bir kızın bir hareketiyle taş tapınağın içinde bir şeyler harekete geçiyordu. Domaine de la Cade’ın çoktan unutulmuş, otlar bürümüş patikalarında bir şey uyanıyordu. Öylesine bakan biri bunu, akşamüstü solgunluğunda bir ışık oyunu sanabilir; ama kısacık bir an için olsa bile alçı heykellerin soluk alıp, hareket ettiğini, içini çektiğini sanabilirdi. Ve nehrin kuru yatağında, toprağın ve taşların altına gömülü kartların üzerindeki portreler bir an için sanki canlanıyordu. Uçup giden şekiller, izlenimler, renklerden fazlası yoktu aslında. Bir öneri, bir yanılsama, bir vaat… Taş basamağın dönüş yerinde havanın bir hareketi ve ışığın kırılması. Mekân ile zaman arasındaki kaçınılmaz ilişki. Aslında bu öykü, Paris’in bir mezarlığındaki kemiklerle değil; bir iskambil destesiyle başlıyor. Şeytanın resim albümü. (*) R e n n e s Kaplıcaları 15 BİRİNCİ BÖLÜM Paris Eylül 1891 1 PARIS, 16 EYLÜL I 8 9 I Ç A R Ş A M B A Leonie Vernier, küçük gece çantasını sımsıkı tutmuş, sabırsızca ayağını yere vurarak Garnier Sarayının merdiveninde bekliyordu. Nerede kaldı bu adam? Alacakaranlık Opara Meydam’nı ipeksi mavi bir ışığa boğmuştu. Leonie kaşlarını çattı. Sinirinden köpürüyordu. Neredeyse bir saattir, kararlaştırdıkları gibi operanın çatısını süsleyen bronz heykellerin ruhsuz bakışları altında ağabeyini bekliyordu. Gelen geçenlerin küstah bakışla-rına tahammül etmek zorunda kalmıştı. Atlı arabaları, yolcularını indiren tenteleri yüksek özel faytonları, hava koşullarına açık kamu taşıtlarını, dört tekerleklileri, tek atlı arabaları izlemekten sıkılmıştı. Siyah ipek silindir şapkalar ve Maison Leoty ya da Charles Worth modaevlerinden çıkma gece elbiseleri sürekli yanından geçip gidiyordu. Görmek ve görülmek isteyenlerin oluşturduğu son derece zarif bir gala gecesi seyircisi operaya giriyordu. Ama Anatole görünürde yoktu. Bir an Leonie, onu görür gibi oldu. Tıpkı ağabeyi gibi uzun boylu, geniş omuzlu, ölçülü adımlarla yürüyen bir beyefendi ileride duruyordu. Uzaktan bakarken ağabeyinin ışıltılı kahverengi gözlerini, düzgün siyah 19 Kate Mosse bıyığını gördüğünü sanmış ve el sallamayı düşünmüştü. Ama adam başını çevirince başkası olduğunu fark etmişti. Leonie gözlerini Opera Caddesi’ne çevirdi. Kırılgan bir monarşiden kalma ürkek bir kralın gece eğlencelerine güvenli bir yoldan gitmesi için açılan cadde, Louvre Sarayı’na kadar uzanıyordu. Sokak fenerleri alacakaranlıkta parlıyor, kafelerin ve barların pencerelerinden sıcak sarı ışıklar yola vuruyordu. Gaz lambalarının alevleri titreyip cızırdıyordu. Gün geceye dönerken hava bir kentin akşamüstü gürültüsüyle doluyordu. Entre chierı et loııp (gün batarken)… Kalabalık sokaklarda tekerlek ve koşum takımlarının sesleri yankılanırken, Capucines Bulvarı’ndaki ağaçlardan kuşların cıvıltıları geliyordu. Seyyar satıcıların ve seyislerin kaba haykırışlarıyla operanın merdiveninde kâğıt çiçekler satan kızların tatlı sesleri, bir kuruş karşılığında beyefendilerin ayakkabılarını parlatma-ya hazır çocukların tiz çığlıklarına karışıyordu. Haussmann Bulvarı’na giden bir otobüs, Leonie ile Garnier Sarayı’nın görkemli cephesi arasından geçerken üst katta biletleri toplayan biletçinin ıslık sesleri duyuluyordu. Göğsüne bir Tonquin madalyası iliştirilmiş sarhoş bir ihtiyar asker, askeri bir marş söyleyerek sağa sola salınıyordu. Hatta Leonie, bir ara altın payetlerle süslü kostümü, siyah maskeli fötr şapkası altında beyaza boyanmış yüzüyle dolaşan bir palyaço bile gördü. Beni burada nasıl bu kadar bekletebilir? Akşam çanları çalmaya başlayıp sokak taşlarında yankılanan gürültülü seslere karıştı. Çan sesleri Saint-Gervais’den mi, yoksa yakındaki başka bir kiliseden mi geliyordu? Leonie belli belirsiz omzunu silkti. Gözleri önce düş kırıklığı, ardından neşeyle parladı. Daha fazla bekleyemezdi. Eğer Mösyö Wagner’in Lohengrin operasını izlemek istiyorsa, tüm cesaretini toplayıp içeriye yalnız başına girmesi gerekiyordu. Girebilir miydi? Gerçi yanında kavalyesi yoktu, ama neyse ki biletini yanına almıştı. Cesaret edebilir miydi? 20 Tapınak Tereddüt ederek, biraz düşündü. Paris galası yapılıyordu ve Anatole geciktiği için böyle bir geceye gidemeyecek miydi? Opera binasının içinde kristal avizeler ışıldarken, böylesine parlak ve zarif bir geceyi kaçırmaması gerektiğini anladı. Leonie kararını vermişti. Merdivenden yukarı koştu, cam kapılardan geçip kalabalığa karıştı. Perdenin açılmasına iki dakika kaldığını bildiren zil sesi duyuldu. Büyük, koşar adımlarla geçerken bir an için jüpoııuyla ipek çorapları göründü; aynı ölçüde beğeni ve hayranlık dolu gözlerle izlendi. On yedi yaşındaki Leonie artık çocuk değildi, güzel bir kadın olma yolundaydı, ama yine de çocuksu görüntüsünü tümüyle yitirmemişti. Ressam Mösyö Moreau ve Rafael öncesi dönemi dostlarının gözdesi olan nostaljik cilt rengine ve günün modası yüz hatlarına sahip olduğundan şanslı sayılırdı. Ama Leonie’nin bu görüntüsü aldatıcıydı; uysal değil azimli, alçakgönüllü değil cesur, çekingen bir ortaçağ kadını değil çağdaş tutkulara sahip bir kızdı. Anatole, ona Rossetti’nin La Damoiselle Elııe (Mutlu Genç Kız) adlı şiirini çağrıştırdığını söyleyerek takılırken, Leonie aslında şiirdeki kıza tıpatıp benzediğinin farkındaydı. Hayalet kopyası olabilirdi, ama yine de o değildi. Leonie, dört elementten su, toprak ya da hava değil, ateşti. Beyaz mermeri andıran yanakları kızarmış, bakır renkli bukleleri çıplak omuzlarına dökülmüştü. Upuzun kumral kirpiklerin çevrelediği ışıltılı yeşil gözleri öfke ve cesaretle parlıyordu. Ama geç kalmayacağına söz vermişti. Elinde, sanki bir kalkanmış gibi tuttuğu el çantası, diğerinde yeşil ipek tuvaletinin eteğiyle Leonie, mermer zeminde hızla ilerlerken daha ağırbaşlı kadınların eleştiren bakışlarına hiç aldırış etmedi. Gülkurusu mermer sütunlar, altın yaldızlı heykeller ve kornişler arasından görkemli merdivene doğru koşup, hızla basamakları tırmandı; etek ucundaki yapay incilerle gümüş boncuklar ise basamaklara çarpıyordu. Sımsıkı saran korsesinin içinde soluk soluğa kalmıştı ve kalbi çok hızlı ayarlanmış bir metronom gibi çarpıyordu. 21 Kate Mosse Yine de Leonie hiç yavaşlamadı. Biraz ileride görevlilerin Büyük Salon’un kapılarını kapatmak üzere harekete geçtiklerini fark edince son bir enerji patlamasıyla kendini giriş kapısına attı. Biletini yer göstericiye uzatarak, “İşte biletim, ağabeyim de birazdan gelecek,” dedi. Adam kenara çekilerek geçmesine izin verdi.

Kate Moss – Tapinak
PDF Kitap İndir |