Tepeye yürümek zor oldu, ne çok olmuş çıkmayalı nefes nefese kaldım, iyice yaşlanmışım belli. Baktım aşağılara ağaçlar büyümüş, yayvan yayvan açmışlar kollarını böyle, deniz yine aynı. Yağmur yağdı, bağıra bağıra yağdı sanki, ıslandım. Bu yaşta olacak şey mi olsun bekledim, başka ne işim var uzun uzun baktım, uzun uzun bekledim bir şey olsun… Tuhaf bir bekleyiş bu, ağaçların büyüdüğünü görüyorsun, kocaman oluyorlar böyle, tek tek öldüğünü görüyorsun ağaçların, duruyorsun ayakta öyle dimdik, çatırdıyorsun ama duruyorsun, görüyorsun başka ağaçlar ölüyor… İçimde koca bir orman var şimdi sessiz. Onun o korkunç avazını da eskisi kadar duymuyorum. Kaç yıl geçti düşünüyorum da şimdi alıştım belki, insan neyi yaşarsa rengine bürünüyor… Ama o bazı geceler geliyor biliyorum. Seslerin kesildiği vakitler, belki sırf o yüzden kurbağaların bile sustuğu saatler, odalarda zavallı hayaleti dolaşıyor… Dün gece soğuktu. Yatağımın başucundan soğuk yarı gölgesi geçti yine, doğrulup üşüdüm, dinledim. Yasin okuyorum huzuru için, Arif Hoca öyle yap dedi. Dedi ya demese bu Yasin işine filan da… Ama duysun işte biri, hem olsun da bir hayaleti varsın dolaşsın, o koca yarım kalmışlığı öyle olmasın. Bir uzağı olsun hayatın, hikâyelerin sonrası, dahası… Dediğim, öyle koca bir boşluk büyüyor içimde, sessiz sedasız bir eksiklik, başka adı yok. Sonra ortalık iyice sessizleştiğinde, hep değil, böyle hiçbir şeye tutunamadan uluorta kalakaldığım vakitler, tavukları kümese sokmuşsam, oraları şöyle üstten üstten süpürmüşsem, çiçekleri sulamışsam, okunacak bir şey yoksa, yemek de yapmışsam, başka iş güç yoksa yani, içimde ilmek ilmek anlıyorum ki her bir şey yarım, herkes hep eksik… Hava serinledi… İyi ya giy ceketini… Limonun şu kolunu biraz kesmek lazım biçimsiz uzadı, nasıl uzamış öyle o, fark etmeden pırt diye ? Çardağın tahtaları çürümüş… Şu hale bak, eskiden küçücük görünürdü bahçe, şimdi… Tutunmak… Şuncacık otun toprağa tutunması gibi belki o kadar işte, bir de her şeyi unutmaktı istediğimiz, evet buydu. Sonrası yine o boşluktu. Hani dolar için, unutmak istersin de, tutunmak istersin de, öyle ucu bucağı tam olmak istersin de ne yapsan ya kısa ya eksiksin… Yemeği yaktık bak gördün mü ? Beceriksiz İhsan, yaşlandın sen iyice… Yenmez bu şimdi, üstten üstten alırım gerisi kalır. Fasulye çıtır çıtırdı tencerede şimdi haline bak… Bu köyde de öyle oldu… Ateşte unutulduk, bilmeden yaşadık, usul usul bittik fasulyeler gibi. Sarı fırtınalar savurdu umutlarımızı, onca şeyle kavruldu eksikliğimiz. Rasim Dayı, Remzi, Yusuf, Arif Hoca, öbürü, öbürüne tutunup avundu, duru aşklar, yürekli kavgalar tutuştu içimizde bilmeyen ne bilsin ? Oysa yaşadık biz, fasulyeler gibi tazecik çıtır çıtır, deli sular fırtınalar gibi gümbür gümbür hayatın akışından aktık… Şimdi üstten üstten alsalar bizi tadımız olur, ama dibimiz kömür karası… Hava lodos yine, pencereleri kapatmalı… Aklımda dolanan bunca şeyden de kurtulmalı belki, insan unutabilmeli… Ama kavrulduysan bir kere, bir daha yeşeremezsin. Unutanlar olur yine de biliyorum ve artık unutanların hikâyesinden geriye, önce aktığı yerde yakan ve oyduğu çukurlukta yıllar süren bir yavaşlıkla soğuyan bir demir damlası acısı, belki sonra belli belirsiz bir iç sızısı ve en sonra yalnızca sıkıntılı havalarda azan bir romatizma ağrısı kalır… Ben unutmadım… Şimdi anlatsan, derdin o değil beceremezsin. Tuhaf bir şey kalır geride, tenceredeki bu şey gibi şimdi, adını diyemezsin, bir şeyin üstüne bir şey birikir ki adı yok… Sussan, çıksan şu Gurbet Baba kayalığına bıraksan ne varsa, belki uçacaksın. Böyle düşününce, hep onun geldiği ilk günü hatırlıyorum önce, daha doğrusu, bana o ilk tuhaf bakışını. Sonra bir bir her şey geliyor aklıma, öncesi, sonrası her bir şeyin, acısı, tatlısı… Sonra soruyorum: “Başka türlüsü mümkün müydü ?” O güne kadar iyi kötü gelmiştim işte, merhemi yok ki bunun, yalnızsan yalnızsın işte. Dolaşırsın odalarda, ses seda olmaz. Radyoyu açarsın, çiçekleri sularsın, yemek yaparsın bir heves, canın istemez öyle tek başına. Sonra yakarsın bir sigara, dar gelir oralar, atarsın kendini Rasim Dayı’nın kahveye, iki üç insan sesi duyacaksın, hal hatır soracaksın, sözüne söz diyen olur… Kıyı köylerinde kış oldu mu bir de, vakit hepten ağır işler ya onun geldiği gün de öyleydi. Ağır ağır bir ikindiydi. Romatizmalarımız fenaydı gene, kapımız penceremiz örtülüydü. Gelen gidenimiz de olmazdı ya sıkılırdık, ama olsun, yine de işte, kahvemizde bizimkilerin dediği gibi n’olicek işte oturup laflarız ağır ağır. Gazeteyi birkaç kere okuruz, bildiğimiz şeyleri bir daha anlatır en yaşlılar, ağ yaparız, iş olsun işte, radyoda eski zaman şarkıları… “Dolar yüz bini geçer diyorlar.” “Ne etçen sen doları ?” “Manisa maçı ne olur Rasim Dayı ?” “İki sıfır alır.” “Yazdın gene Remzi.” Ocağın oradaki duvardan tık tık saatin sesi gelir, Abdullah Çavuş uyuklar peykede, tespihini düşürür ikide bir. Lakırdılar öyle aynı aynı, bizi hiç şaşırtmadan akşamlara kadar uzar gider işte… “Remzi boşları toplayıver hadi oğlum.” Ama o akşamüstü, daha bizim ihtiyar şehir otobüsünün homur homur homurtusunu köyün girişinde duyduğumda, daha tavuklar sağa sola kaçışırken, na işte bugün yeni bir şey olacak demiştim kendi kendime. Oldu da. Bir yabancı, bizim eski otobüsle, hele böyle kış vakti geldi köye. Vay ki vay ! Adamın böyle hüpbedenek köye gelişi bir tuhaftı ya, kendisi daha da tuhaftı. Onu ilk ben gördüm. Daha köyün meydanında otobüs şöyle geniş bir yuvarlak çizip durduğunda cılız akşam güneşi vurmuştu yüzüne. Bizden tarafa dönüp şaşkın şaşkın bakmıştı ya, gördüğü son yerin bu köy olacağını, birkaç gün sonra korkunç şekilde burada öleceğini bilir miydi garip ? Bir çocukluk işte belki, belki hüzün vardı yüzünde. Paltosu büyük gelmiş. O bile tuhaftı. Ellisinde vardı, yorgun, saçı başı dağınık. Ceketimi giyip çıktım. “Kapıyı kapa İhsan ! Hiç duyar mı bak şuna.” Ona doğru yürüdüm. Beni fark etmemiş gibi davranıyordu, ama benden kaçırdığı gözleriyle de izliyordu ne yaptığımı. Öte tarafa doğru yürümeye başladı. Bir iki adımda yetişip konuştum. Saklamaya çalışsa da ne için geldiğini bilmiyordu, nereden geldiğini de bilmiyordu ya. Olur mu yahu öyle şey dedim içimden. Bir şeyden korkuyordu ya da kaçıyordu. O kadar çocuk çocuk bakıyordu, o kadar çaresiz görünüyordu ki, bizim kahveye götürmek iyi olur bak dedim, derdini dinlemek lazım gelir şimdi. Benim gibi eski bir öğretmen emeklisini kırmaz ya gelir dedim. Bizim buraları anlattım ayaküstü. Nereye gittiğimize bakmadan yan yana yürüyoruz öyle. Ne sorsam öyle mır mır bir şeyler diyor ama anlamak ne mümkün. Yorgundur da ondandır dedim o zaman, eh ne yapalım sen anlat bakalım İhsan. Anlattım artık aklıma ne geldiyse. Küçük yaz köyümüzü, babadan kalma evimi, küçük bahçemi, yalnızlığımı, emekli öğretmenliğimi… “Gül Öğretmen var şimdi, gencecik daha, o okutuyor çocukları” dedim. Bizim deli oğlan Remzi de ona âşık. Her sabah çiçek bırakır kapısına. Köyde herkes bilir. Hoş görür kız, nişanlıymış hem, bilir ki zarar gelmez Remzi’den. Demedim ama bunları, ne gereği var şimdi. Utangaç utangaç gülümsüyordu. Yürüyorduk. Bizim buralarda kış pek soğuk yapmaz, ama o gün amma da soğuktu. Üşüyordum, elim kolum buz kesmişti. Kafama da koymuşum ya kahveye gitmeyi, bizim kahveden, orta yeri sobasından, Rasim Dayı’nın çayından bahsettim gelsin diye. Üşüyordu da herhalde, kabul etti. Hopladım sevincimden. Kapıyı açınca sobanın sıcağı vurdu yüzümüze. Portakal kabuğu atmışlar üstüne mis gibi kokmuş, bir bakarsın ekmek kızartırlar, kestane, leblebi kavururlar, işi olmayana eğlence işte… Birkaç komşum daha gelmiş. Aslında pek kimse olmazdı o saatte. Zaten o mevsimde köyde toplasan kaç kişi olurdu ki. İhtiyarlar tek tek ölüyorlardı artık. Gençler büyük yerlere göçüyorlardı bok varmış gibi, hoş, gene de öyle ya. Bir yazın, aslında baharla birlikte gülüyordu dar sokaklarımız. Sonra kış geliyordu böyle yine, biz de böyle ıslak kediler gibi üç beşimiz sobanın etrafında şundan bundan konuşup daha da ihtiyarlamayı bekleşiyorduk. “Leylekler geldi Rasim Dayı koş” diyorduk kimi zaman, sonra başka bir zaman, “Rasim Dayı leylekler gidiyor gel” diyorduk. Hep ben konuşuyordum ya o, sonradan alıştığım üzgün gülümseyişle dinliyordu. Arada etrafına bakınıyordu, duvardan sarkan ağlara, çay ocağına, resimlere, çerçevelerine sıkıştırılmış eski kavruk fotoğraflara, tavlaların, okey takımlarının durduğu raflardaki kitaplara, takvime, masadaki gazetelere, ama dinliyordu da. Kalktı bir ara gitti takvimin yanındaki fotoğraflara baktı. Arif Hoca, Rasim Dayı, Abdullah Çavuş, ben… Çınarın altındayız, çınar şimdikinden biraz ince. On yıl kadar önce çektirmiştik hatırlıyorum. Ben biraz daha zayıfım. Böyle Atatürk gibi durmuşum, hepimizin başı sırtı dik. Gülüyoruz makineye, “Bak” diyoruz, “nasıl en iyi duruşumuzla duruyoruz, saçımız, ceketimiz, içimiz, dışımız düzgün çıksın, güldüğümüz çıksın, dokundurup dokundurup çekiyor hayat ama olsun canımız acımıyor…” Niye öyle uzun baktı ? Akşam oluyordu dışarıda, uzak ara evlerimizin tek tük ışıkları yanıyordu. “Duman ettiniz havayı gene” dedi Rasim Dayı, fotoğraftaki keçe yeleğini çıkardı. “Yusuf camı aç azcık !” Tombalak Yusuf bir şeyler okuyordu gazetede, küçükken daha şişmandı, zayıfladı şimdilerde. O da bizimle böyle otura otura erken yaşlanacak, evlendirelim dedik kaç kere. Remzi’yle akran bunlar. Abdullah Çavuş uyukluyordu. Remzi parmağını soktu Çavuş’un kulağına. “Yapma oğlum !” Uyandı Çavuş, “Ulen Remzi otuzuna geldin büyümedin, diyecem anana bunları bir bir !” Yan yan baktı bana, gülmedim ben, peykede ayak değiştirip çevirdi başını öte yana, “Off Sarıyaylam…” dedi dışarı bakıp, tespihi öbür elinde bu sefer. “Deli bu öğretmen” demiştir içinden, “işin mi yok İhsan Allahını seversen, elin adamıyla tövbe tövbe…” “Allah ! Çay döktüm buralara Rasim Dayı battı her yer !” “Yok ziyanı Yusuf ben hallederim orayı artık, sen boşları topla hele bir.” “Başım gözüm üstüne Dayı.” “Üstüne sıçmak lazım senin Yusuf.” “Remzi ! Kaybol len çabuk ! Çok alıştın küfre sen !” “Üstüme döktü hep Dayı ya !” “Remzi yürü ! Bak daha konuşturma beni.” “Sıçiim işte !” “Kapa len kapıyı !” İyice ısınmıştık, ceketimi çıkardım. O, daha az tedirgin, çayını içiyordu, paltosunu çıkarmadı. “Bu kış aylarında gazete kitap bir şeyler bulur, bir köşede okuruz biz n’olicek işte” dedim. Baktığı raflardaki kitapların çoğunu ben koymuştum oraya, hepsini de okumuştum. Okumayı sever miydi ? Kekeledi. Tüh sana be İhsan, sorma ne soruyorsun istemiyor adam işte ! Adını bile söylememişti daha… Ben severdim. Bir iki kitaptan, yazardan, şiirden, politikadan konuştuk. Daha doğrusu ben konuştum da o dinledi. Çayla birkaç sigara içtik. “Siz” diye konuştuk. Rasim Dayı’nın menemeninden yedik. “Gene mi geldin Remzi len ?” “Soğuk dışarısı Rasim Dayı, üşüdüm bak hasta olurum üzülürsün.” “Ekmek bitti Remzi kap gel çabuk.” “Yusuf gitsin ya !” “Remzi !” Rasim Dayı menemeni müthiş yapar. Onun da kimsesi yoktur benim gibi. İşte bir bu kahve, bir de kırk küsur sene evvel diktiği kahvenin gölgeliği evlat yarısı çınar ağacı. Ha bir de üç yaz önce kanadı kırık doğduğundan uçamayan leyleği Osman. “Leyleğe de Osman ismi olur mu Rasim Dayı !” demiştik de gülmüştü… Pek gülmezdi ama. Sanki herkesten sakladığı gizli bir acının kara sarı rengi olurdu yüzünde hep, cesaret edip soramazdık… Anlatmazdı ki zaten. Akşamüstleri, rüzgâr çıktığında bir ara, denize doğru uzun uzun oturur, bakardı. Bizim hiç bilmediğimiz çeşit çeşit balığın, denizlerin, başka başka kim bilir nelerin kokusunu duyardı lodosla bilirdik, bilirdik de, unutmak istediğini daha kolay unutur diye belki, sormazdık… Menemenin üstüne çaylarımızı da içtik ya, sohbeti koyulttuk. Yalnız, bir soru sordu ki, baktık kaldık öyle birbirimize. “Şu büyük resimdeki bey kim ?” “Hangi bey ?” “Şu bey. Başka yerlerde de gördüm resmini.” “O bey, Atatürk” dedi Abdullah Çavuş, devirip bakışını öbür masalardan yana. Çayını höpürdetti. “Kemal Paşa da diyorlar.” Göbeğini oynata oynata güldü. Cesaret edip adını soruverdim bir avaz. Sustu. Bir şeycikler demedi. Baktı öyle, ne üzgün baktı. Kaldım öyle masada ben, ne yapayım şaşırdım. Küfrettim kendime, kalkıp birer bardak çay daha koyup geldim ocaktan, laf değişsin diye başka şeyler diyecek oldum, baktım elinde küçük, lacivert bir defter tutuyor. Hiçbir şey söylemeden, baktı öyle. Konuşmadan öylece durduk bilmem niye. Gözlerini deftere indirdi, az biraz bekledi, zor çıkardığı bir sesle “Okuyun” dedi, zor duydum. Okudum ben de. Yazılar büyük harflerle başlıyordu. Koca koca yazılar.

Gunhan Kuskanat – Kiyisiz Gemiler
PDF Kitap İndir |