Gunhan Kuskanat – Kis Leylekleri

Günhan Kuşkanat’ın Kış Leylekleri, bu genç yazarın ilk öykü kitabı. Ama bir ilk kitabın acemiliklerinden ve tutukluğundan tümüyle arınmış, her özgün yazar gibi kendine özgü bir dünya yaratmış, ele aldığı konuları ustalıkla işlemiş bir yazarla karşı karşıyayız bu kitapta. Bu öykülerin çoğu, geçmiş ve şimdiki zamanıyla tanıdık bir İstanbul’u, tanıdık bir dünyayı anlatıyor. Bu arada, olayların geçtiği zamanı ve uzamı, dünyanın öbür ülkelerindeki insanlardan ve başlarından geçen önemli olaylardan soyutlanmamış yaşantılarından örnekleri de. İstanbul’un uzak mahallelerindeki özlemle hatırlanan arkadaşlıklardan Kuzguncuk’taki berber Yoel Amca’nın kimseye kolay kolay açamadığı iç dünyasına, “Dedemin Hikâyeleri”ndeki gizemli havadan “Yolculuk”un uykusuz gecelerine, özlemle hatırlanan çocukluk anılarının, bir yerde mutlu ve huzurlu bir düzen kuramamanın çeşitlemeleri olan bu öyküler, kitabın sonundaki “Kış Leylekleri”nin geçtiği taşradaki kıyı köyünde yoğunlaşan genel yabancılaşma ve yalnızlık sorununun etkili bir anlatımıyla noktalanıyor. Günhan Kuşkanat yirminci yüzyılın bütün dünyada yaşanan acılı olaylarının bizim toplumumuza da dolaylı olarak nasıl yansıdığını, böyle bir dünyada bireyin duygu ve düşünce hayatının savaşlar, baskı yönetimleri, kişisel anlayışsızlıklar, kültürel yozlaşmalar, inanç bunalımları ve çürümeler yüzünden ne türden toplumsal ve bireysel çöküntülere uğradığını bu insanların hayatlarındaki ayrıntıların dramatik işlevselliğini hiç unutmadan, ince bir mizah anlayışı ve ironik bir duyarlılıkla dile getiriyor. Yazarın bu başarısında öykülerindeki kahramanların, kimliklerine uygun bir dille konuşmalarının, böylece kitabın çoksesli bir anlatım zenginliğine kavuşmasının payı olduğunu da söyleyebiliriz. Öyle ki, her öyküde anlatılan olaylara ve o öykünün kahramanlarına göre zaman zaman gerçekçi, zaman zaman fantastik ya da iç monolog özellikleri içeren çarpıcı bir biçem kullanması, onun gözlem gücünün de belirgin bir özelliği. Ele alınan konular ister çocukluk anılarının masum ve büyülü özlemiyle, ister bir aşk söyleminin lirizmiyle, ister toplama kamplarının ya da benzer baskı yönetimlerinin ürkütücü ironisiyle dile getirilsinler, bu öyküler, temelde yaşadığımız çağın gerçeklerini etkili bir ölçülülükle yansıtan ve “huzursuzluk kitabı” diyebileceğimiz bir türün parlak birer örneği. Bir ilk kitap için kutlanması gereken bir başarı. Cevat Çapan Hiç bilmeden yazdığım onca şeyi neden yazdığımı, neden böyle yazdığımı biraz olsun anladım Vefa. İçimde kimsenin görmediği kocaman bir böcek var, sen bilmezsin, kimseye söylemedim sümük sümük, kemiksiz, cıvık, yapışkan. Her yerimde hem de. Kötü bir şey. Parça parça kusup atmak için yazıyorum anladım, başka çarem olmadığı için. Söylesem olmuyor, üzülüyorlar, bir bakıyorum başka şeyler yazmışım, başka başka şeyler. Ne halt edeceğini bilemeyen insanlar yazıyorum, yenilmiş insanlar, unutamayan, hiçbir yere göçemeyen, dev suskunluklar, berbat yarım kalmışlıklar. Çok büyümüş Vefa farkında değilim. Onu sevmekten korkuyorum şimdi, bana yer bırakmıyor, masum da değilim artık kirleniyorum onun gibi, belki bir kanser gibi büyüyorum içimden dışıma, kimse bilmiyor, içimden dışıma çürüyorum. Hiç olmadığı zamanları hatırlamıyorum, ta içimde duyardım yatağımda, ılık ılık kımıldardı, korkardım, çocukluğumu sevmiyorum Vefa onun için. Ellerimi sevmiyorum. Çok şeye kızgınım anladım. Keşke öyle olmasaydı ama öyle. Keşke bu kadar baş edilmez olmasaydı dövüştüklerimiz. Keşke bıraksalardı güzel güzel oynasaydık. Mızıkçılık etmeseydi hayat, oyunun bir yerinde apansız bitmeseydi… Ama öyle olmuyor işte, bırakmıyorlar, nereye kaçsan buluyorlar. Bir hakem filan olsaydı diyorum bazen, o zaman daha kolay olurdu. Şeyin bana verdiği yetkiye dayanarak deseydi, hop deseydi, belden aşağı vurmak yasak deseydi, haksızlık olmuyor mu kardeşim, yazık değil mi deseydi. Neyi biriktirsen faydasız. Çünkü her şey ölüme karşı destansı bir yenilginin hikâyesi aslında. Yenilirsin. Birileri bilsin diye yazmıyorum bunları, sen bile yoksun aslında, hayalsin, çocukluk arkadaşım Karagöz gibisin. Hem olsan ne olacak, her şeyi bilsen ne olacak, neyi değiştireceksin ? Neyi değiştireceksin be Vefa ?.. Bana unut filan diyeceksin. Geçer üzülme, yok bi şey, boşver, hayat güzel filan diyeceksin. Deme. Kal yanımda yalnız, kimseye söylemediğim şeyler bunlar, anlamaya çalışma. Yazıyorum işte. Kendimle konuştuğum gibi değil, tekir kedime anlattığım gibi de değil, nasıl uzun uzun anlatamayıp, karanlık yüklükte melodika çaldıysam öyle yazıyorum. Başka ne halt edeceğimi bilemediğim için… Ne oldu da böyle hissediyorum, anlatamam, kelimeler tehlikeli. İçimde bir şey muhteşem bir yenilgiyle öldü, sadece onu biliyorum, bütün kalelerinde yavaş yavaş söndü. Aklımda hiç eskimeyen, renkleri bile silikleşmeyen o eski zamanlarda, dantelli mutsuz odalarda o kadar çok an hatırlıyorum ki ve o kadar çok şeyi unutamıyorum ki, olduğu gibi anlatamam. Hani bir şey dersin anlatmaz, aslında bu değildi dersin, aslında bu değil demek istediğim… Mutlu kediler anlatırdım kedime, oturur bakardı, mutlu Karagöz’ler, mutlu çocuklar anlatırdım, affeden, gülen, hemen unutan çocuklar. Senin duaların nasıldı Vefa ? Canın uyurken bile acır mıydı ? Vefa sen yoksun. Olsaydın da değiştiremezdin. Şimdi geçer, birazdan biter derdim. Bitmiyor, acıyor daha, o eşsiz savaş meydanlarında dumanım tütüyor, içimde kanı akıyor o eşsiz çocuğun, onun için yazıyorum, üzgünüm onun için. Aralık Artık oradaydı. Biz ölüme uzak yaşayanların henüz bilmediği, yaşamla ölümün iç içe geçtiği aralıkta. Oraya varmadan az önce bir şey ona o tuhaf anın geldiğini söylemişti sanırım. Çünkü biliyordu. Yatağın bir ucunda yan yatıyordu. Soluk soluğa bekliyordu… Biliyordum, korkmuyordu. Bu anın geleceğini düşündüğü zamanlarda hep zor olacağından korkardı. Bunu hiç söylemezdi ama ben bilirdim. Şimdi korkmuyordu. Kıştı. Akşamdı. Bana en son ne söylediğini hatırlamıyorum. Artık konuşmuyordu. Güçlükle ısıttığı soluğunu duyuyordum sadece. Gözleri kapalıydı. Düşlerini bilmek istedim. Belki yatağından kolayca kalkıp çamaşır yıkamak istiyordu. Belki üşüyordu. Karnına dokundum. Bir zaman benim büyüdüğüm ıslak karanlıkta şimdi kocaman bir ur durmaksızın büyüyordu. Ölüm kötü kötü kokuyordu. Haftalardır bu kokuyu duyuyorduk. Yorgun teninde yaralar açılmıştı. Ama söz yoktu. Saçları yoktu. Etleri yoktu. İskeletini saran sarı, solgun, buruşuk bir deri vardı yalnızca. Ölümün renginin sarı oluşuna bir kere daha orada inandım. Tanıdığım yüzü yoktu artık. Çirkindi. Onu böyle hatırlamaktan korkuyordum. Bu korkuyu hiç kafamdan atamamaktan korkuyordum. Her gece yatağımdan kalkıp bir odanın karanlığına yürüdüğümde, onu arkamda soluk alırken duyacaktım belki. Ya da bir odanın kapısından geçerken karanlığın içinde onun beni izlediğini bilerek oraya bakmayacaktım. Onu sıkı sıkı tutuyordum. Kelimeler yoktu. Gözleri kapalıydı. Karanlık mı, değil mi bilmiyordu. Soluk soluğa koşar gibi kül rengi bir ölüme dalıyordu. Kaçınılmazın çaresiz geri dönüşsüzlüğünü hiç bu kadar yoğun hissetmemiştim. Hiç bu kadar küçük olmamıştım. Ona her dokunuşumda daha uzaktı. Odanın içinde her şey ona saygılı bir uzaklıkta, korkutan bir kımıltısızlıkla, sessizce bekliyordu. Saati fark ettim. Bilmediğim dünyalarda bilmediğim kavgaları tek başına veriyordu. Her soluk alıp verişinde, ölümün bir soluk ötesinde yavaş yavaş ölümün kendisi oluyordu. Ulaşamıyordum. Masallar anlatmıştı. Sığındığım kuytular açmıştı yatağında korktuğum gecelerde. Leblebi tozum bittiğinde, topum kaçtığında, şiirimi unuttuğumda oradaydı. Çocukluğumun uykulu bir yaz gününde, ona bilmediğim şeyleri sormanın alışkanlığıyla durup dururken evrenin anlamını sormuştum. Gülmüştü. Gülüşünde korkumu azaltan anlamlar bulmuştum. Değişmeye çalıştı biraz. Ama biraz. Çünkü biliyordu. Güçlükle derin bir nefes aldı. Karşıki evin balkonunda yıllardır hiç kullanılmadan öylece duran beyaz bisiklete ait anlatmadığı öyküler düşleyişini hatırladım. Tuttu nefesini. Ben nefesimi tuttum. Soğuktu. Hava iyice kararmıştı. Bahçede rüzgârla sallanan salıncağın geceleri duyduğum sesi vardı yalnız. Huzursuz uykularını hatırladım. Aynada kendine son bakışını hatırladım. Saate bakışını… Kasıldı. Tutuyordum. Her şeyin durduğu, salıncağın bile sustuğu bir anda iki kıyıda asılı kaldı. Nedensizce mavi bir elbiseyi hatırladım. Koptu sonra. Usulca bıraktığı soluğunu kopuşundan sonra duydum… Elbiselerini, küçücük ayakkabılarını gördüm. O küçük evde bıraktığı küçücük izlere baktım. Anladım ki, evrende hiçbir şeyin, onun kocaman gidişinden haberi yoktu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir