Gerard De Villiers – 72 Seysellerde Yaris

İleriye, şu tarafa bakın! Diye bağırdı Jan Stuck… Üzerinde kuşlar uçuştuğuna göre, iyi bir şey olmalı… Oswald Barclay dudak büktü. Alçaktan uçuştuklarına bakılırsa balık sürüşüdür, dedi. Yine de gidip bir göz atalım… Oswald Barclay dümeni sola çevirdi ve sürat teknesi batıya yönelerek hızlandı. Bir mil önlerinde alçaktan uçuşan bu kuşlar o noktada bir balık sürüsünün bulunduğuna işaretti. Hint Okyanusu o gün çarşaf gibiydi. Aquabelle adlı sürat teknesinin bulunduğu yer ise, Seyşeller’in başkenti Mahe adası ile aynı takımadanın kuzeybatısında yer alan Silhouette adasının tam ortasındaydı. O gün, büyük balık avlamaya uygun nefis bir hava vardı. Jan Stuck bulunduğu yerden arka güverteye inerek kıçtaki dişçi koltuğunu andıran koltuklardan birine oturup peşlerinden sürüklenen oltaları kontrol etti, sonra küçük mutfakta yemek hazırlayan karısı ile İngilizin karısına bağırdı: Kılıçbalığı yakalarsam oltayı siz çekeceksiniz! Kadınlar gülüştüler. Oltaya takılan kılıçbalığını çekmek için erkek gücü gerekirdi. Otuz kiloluk bir tonbalığı için bile bir saat uğraşmak gerektiği herkesçe bilinen bir gerçekti. Mutfakta çalışmakta olan Juliana Stuck ile Jane Barclay az da olsa birbirlerine benzerlerdi: ikisi de sarışın, uzun boylu ve yaşamdan zevk alan tiplerdi. Hafta sonları oldu mu, bu iki çift ya balık avına çıkarlar, ya da otuz mil kuzeydeki Bird Island’da tatil yaparlardı. Jan Stuck, 28 Haziran 1976’da kurulan yeni Seyşel Cumhuriyeti’ne telefon santralleri satmaya çalışan bir firma temsilcisiydi. Oswald Barclay ise, Anse aux Pins’deki malikânede oturup Kraliçe’nin çıkarlarını koruyan ve Fransızların girişimlerini izleyen bir görevliydi. Her ikisinin de ortak yanları, hafta sonlarındaki bu balık avıydı. Kuşların uçuştuğu bölgeye yaklaşıyorlardı. Jan Stuck tembel tembel esnedi. Gerçekten çok güzel bir gündü. Güneydoğudan esen hafif rüzgâr aşırı sıcağı kırıyor, havayı soluk alınır bir hale sokuyordu. Saat kaçta yemek istersiniz? diye sordu Hollandalı kadın. Birazdan, dedi kocası. Yarım saat sonra filan. Sabahtan beri ancak iki küçük tonbalığı tutabilmişti. Zzzzzz… Olta makarasının boşalmaya başlayarak naylon ipi salarken çıkardığı ses hepsini sıçrattı. Tamam! diye bağırdı Oswald Barclay kaptan köprüsünden. Teknenin hızını azalttı, iki kadın mutfaktan dakikalarca sürecek mücadeleyi seyretmeye hazırlandı. Jan Stuck koltuğuna iyice yerleşerek makarayı frenledi. Naylon ip gerilerek olta kamışını kıracakmış gibi büktü. Jan biraz ip saldı ve tekrar makarayı frenledi. Yavaşla! diye bağırdı ingiliz arkadaşına. Büyük bir balık bu! Jane Barclay sevinçle el çırptı. Kılıçbalığı olmalı! Buna şaşarım işte! dedi kocası. Kılıçbalığı olsa, zıplardı. Bu bence bir tonbalığı… Hollandalı ayaklarını küpeşteye dayayarak güç almış ve oltayı yukarı kaldırarak naylon ipi yavaş yavaş sarmaya başlamıştı. Kuşlar üstlerinde uçuşuyorlardı. Jan daha şimdiden ter içinde kalmıştı. Oltanın ucundaki balık debelenmiyordu, ama ipe hayli yük bindiriyordu. Bu ya büyük bir ton, ya da bir köpekbalığı! dedi Oswald Barclay. Köpekbalıklarıyla tonbalıkları yakalandıklarında debelenmezlerdi. Jualina, bana bir bira getir! diye bağırdı Stuck. Sonra, kamışa sarılarak ipi sarmaya devam etti. Tekneyle balık arasındaki mesafe gitgide azalıyordu. Stuck, Oswald’a dönerek: Onu görebiliyor musun? diye bağırdı. Belli belirsiz. Galiba katil balina cinsinden bir şey. Hani, şu geçen gün gördüğümüz… Büyük balık yirmi metre mesafedeydi şimdi. Jan Stuck kamışı sıkı sıkı tutarak havaya kaldırdı, hiçbir tepki alamadı. Tonbalığı olsa zigzaglar yaparak dibe dalardı. Oswald haklıydı. Köpekbalığı türünden bir balinaydı bu. Jan Stuck artık makarayı kolaylıkla sarıyordu. Balık hiçbir direnç göstermiyordu. Oswald elinde kancalı demir bir çubukla arkadaşının yanma geldi ve balığı tutmak için küpeşteye yaslandı. Sonra dümeni tutan karısına dönerek: Motorları durdur! diye bağırdı. Oltanın çektiği karaltıyı seyrediyordu. Birden, titrek bir sesle bağırdı: Aman Tanrım Arkadaşının sesini duyan Jan Stuck anormal bir durum olduğunu anladı. Oltayı bırakmadan öne doğru eğilerek balığı görmek istedi. Manzara aklını başından aldı, midesinin kalktığını hissetti ve kendini koltuğu bıraktı. Suda bir ceset vardı. Kafasında bir tutam saç bulunan, yüzünün etleri gitmiş, gözleri oyulmuş, bedeni kuş ve balıklarca yenmiş bir ceset… Arkasında duran karısı aynı manzara karşısında bir çığlık attı ve bulunduğu yere düşerek bayıldı. Motorlar durmuş, küçük dalgaların tekneye vurarak çıkardığı ses duyulur olmuştu. Arka küpeştede toplanan iki çift korkuyla cesede bakıyorlardı. Adamın vücudu yeşilimsi bir renk almıştı. Bu da ona bir deniz canavarı görünümü veriyordu. Üstlerinden bir martı bağırarak geçti. Jan Stuck gözlerini cesetten ayıramıyordu. Önlerinde bir erkek cesedi vardı. Daha doğrusu ondan arta kalanlar. Çünkü vücudun alt tarafı yoktu. Barraküdaların işi olmalıydı. Bacakları kasıklara kadar yemişlerdi. Jane Barclay döndü ve kustu. Tam bu sırada ceset hafifçe titredi. Alttan yaklaşan küçük bir barraküda adamın kalçasından bir parça koparmıştı. Onu yukarı almalıyız, dedi Jan Stuck. Mahe’ye kadar motorun arkasında su içinde çekemez miyiz? Diye sordu Juliana. Hollandalı başım salladı. Gidene kadar köpekbalıkları bitirir onu… Herkes susmuştu. Oswald Barclay, Mahe adasının tepelerinde parlayan beyaz renkli dev golf topuna bakıyordu. Bu top, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin denetimindeki uydu dinleme radarıydı. Jan Stuck kancayı alıp cesedi tekneye yanaştırdı, sonra arkadaşının yardımıyla güverteye çekmeye çalıştı. Birkaç dakika sonra, ceset güverteye çıktığında etrafı pis bir koku kapladı. Kadınlar burunlarını tutarak salona kaçtılar. Tekne 180 derece döndü ve Mahe’nin yolunu tuttu. Nereden geliyor bu ceset? diye sordu Jane Barclay. Aquabelle şimdi Mahe’nin batı kıyısı boyunca ilerliyordu. Yat Kulüp’e varmaları için kuzey burnunu dönmeleri gerekiyordu ve bu da bir saatlik yoldu. Geçen hafta bir gemi batmıştı, dedi Oswald Barclay. Bir şilep. Victoria’da durup tamirat görmüş ve gece yola çıkmıştı. Sonradan Denis’in kuzeyinde battığını duyduk. Söylendiğine göre haritada belirtilmeyen bir mercan kayalığına bindirmiş… Kazadan kurtulanlar oldu mu? diye sordu Jan Stuck. Galiba, dedi ingiliz. Ama çok değil. Seyşellilerin söylediğine göre gemi hemen batmış. Denis’in civarında aniden derinleşen yüzlerce metrelik kuyular var. Zavallılar! dedi Juliana. İnanılır gibi değil. Oysa gemiler çok sağlamdır… Jan Stuck başını salladı. Mercan kayalıkları çeliği kâğıt gibi yırtar. Seyşelliler gemiden SOS almışlar, ama denize açılamamışlar. Fırtınalı bir havaymış. Zaten kırık dökük bir kurtarma tekneleri var. Biraz dalga olsa, denize çıkmazlar… Seyşel takımadaları, Hint Okyanusu’nun ortasında, Ekvatorun dört derece altında, Hindistana 2600, Afrika’ya 2000 kilometre uzaklıkta doksan iki adadan oluşan ve yılın her günü güneşli bir cennettir. Peki, gemicilerin elinde harita yok mu? Dedi Jane. Kocası başını salladı. Takımada haritaları yaklaşık bir biçimde yapılmıştır. Çünkü mercan resifleri nedeniyle sualtı biçimi devamlı değişir. Aquabelle, şimdi Beauvallon körfezine giriyordu. Jan Stuck yerinden kalkarak arka güverteye, cesede bir göz atmaya gitti. Rıhtıma girmeden önce üstünü kapaması gerekiyordu. Görüntüsü bakanlara sinir krizleri geçirtebilirdi. Kokuyu duymamaya çalışarak cesede yaklaştı. Üzerine örtü örteceği sırada bir şey dikkatini çekti. Eğildi adamın sağ ve sol ellerini tutarak inceledi. Sonra, örtüyü örtüp kendini arkadaki koltuğa attı. Arkadan karısının sesi duyuldu. Jan, içeri gelmiyor musun? Geliyorum, dedi Hollandalı. Yerinden kalkıp merdivene doğru yürüdü. Gördüğü şey, gözlerinin önünden gitmiyordu. Cesedin el parmaklarında tek bir tırnak yoktu. En vahşi köpekbalıkları ve en aç martılar bile buldukları cesetlerin tırnaklarını sökmezdi… Hindistancevizi ağacına asılı bir lamba, Fisherman’s Cove’un çimenliğini aydınlatıyordu. Malko bungalovunun kapısını yavaşça kapadı ve kumsala inen yoldan aşağı doğru yürümeye başladı. Çevredeki bungalovların hiçbirinde ışık yoktu. Fisherman’s Cove’un müşterileri erken yatıyordu. Hava ılık, ay yusyuvarlaktı. Burada, Beauvallon kumsalının güney ucunda kurulu olan Fisherman’s, adanın en lüks ve en güzel moteliydi. Malko’nun üzerinde sadece mayosu vardı. Kumsala inince sağa döndü ve ilerde ışıkları görünen Coral Sands ve Beauvallon Hotel’e doğru ilerledi. Yüz metre sonra, plaja inen küçük dereye yaklaştığında, çalıların dibinde sevişen bir çift farketti. Romantik, ama konfordan yoksun bir birleşmeydi bu. Beauvallon Hotel’in ışıkları bir kilometre uzaktaydı. Malko ayaklarını suya sokarak yürümeye devam etti. Elli metre sonra, sağ taraftaki hindistancevizi ağaçlarının arasından bir karaltı çıktı ve ona doğru yaklaştı. O da mayoluydu. Kırk yaşlarında, kısa saçlı, gözlüklü bir tipti. Malko ona doğru döndü: Bay Troy? Adam elini uzatarak gülümsedi. Bana Willard diyebilirsiniz. Geciktiğim için özür dilerim. Önemi yok, dedi Malko. Hava nefis. Misere’den gelmek zor olmalı… CIAnin Mahe sorumlusu Willard Troy, adanın öteki kıyısında Misere yolu üzerinde nefis bir villada oturuyordu. Troy’un paravan olarak kullanılan resmi görevi, villasının yakınındaki ABD dinleme üssünde çalışan diğer 120 Amerikalı gibi sivil uzmanlıktı. iki adam kumsaldan uzaklaşarak yürüdüler. Bu sabah sizi telefonla aramam umarım sorun çıkarmaz, dedi Malko. Yok, canım, dedi Troy. Buradakilerin telefon dinleme olayından haberleri bile yok. Ama Tanzanyalılar sayesinde bunu da yakında öğrenirler… Malko Seyşeller’e Air France’ın 747’siyle o sabah gelmişti. Görevinin ne olduğu hakkında tam olarak da bir şey bilmiyordu. CIA’nin Viyana şubesi eline uçak biletini tutuşturarak kendisine ihtiyaçları olduğunu söylemiş ve Mahe’ de Troy ile buluşmasını belirtmişti. Konu hakkında üstünkörü bir şeyler söylediler, ama yine de bir şey biliyorum sayılmaz dedi Malko. Aslında bizim de pek bir şey bildiğimiz yok, dedi Amerikalı. Olay şu: 30 Ekimi 1 Kasıma bağlayan gece Liberya bandıralı Laconia adlı bir şilep Mahe’de demirledi. Güney Afrika’da Durban’dan gelip israil’de Eliath’a gidiyordu. Victoria’ya sekizde girdi ve altı saat kalıp kısa bir tamirattan sonra hareket etti… O gece hayli kuvvetli bir rüzgâr vardı. Laconia kuzeye yöneldi ve Denis’in kuzeyinde birkaç dakikada battı. Seyşelliler geminin SOS’unu almışlar, ama denize açılamadılar. Ertesi gün çevrede araştırma yapıldı ve sadece bir kişi bulundu. O da yaralıydı. O bölge köpekbalıklarıyla doludur… Geminin büyüklüğü neydi? 14.000 tonluk bir şilepti. Sessizce yürüdüler. Malko bir anda sulara gömülen denizcileri düşündü. Zaten onu buraya getiren de bu kazaydı. Bu nedenle kendisine güzel bir paravana bulunmuştu: Kazayı araştırmaya gelen Freight Carrier Insurance’ın sigorta müfettişi. Peki, bu küçücük geminin taşıdığı mal nasıl oluyor da, üç milyon yedi yüz bin dolara sigorta ediliyor? Malko yolda Laconia ile ilgili dosyayı okumuştu. Willard Troy çevresine bir göz attıktan sonra cevap verdi: “Şirket” Laconia’yi hareketinden beri izliyordu. Ambarlarında 200 ton uranyum oksit vardı. Mal Güney Afrika’dan yüklenmiş ve gizlice yola çıkarılmıştı. Malın gittiği yer ise, israillilerin Neguev’deki Dimona fabrikasıydı… Bu hikâyenin önemini belirtmek için size şu kadarını söyleyeyim: 200 ton uranyum oksitle Hiroşima’ya atılan büyüklükte 30 atom bombası yapılır… Willard Troy etrafına bakındıktan sonra devam etti: Dimona fabrikası tekstil ürünleri işler gibi görünür, ama aslında nükleer ürünler üretmeye yöneliktir, israilliler nükleer silahsızlanma anlaşmasını imzalamadıkları için bu konuda ne halt yediklerini tam olarak bilen yok… Laconia’nın taşıdığı mal ise, israillilerin atom bombası imal etmek için ihtiyaç duydukları, son malzemeydi… Bu uranyum oksit nakli bize gizlice duyuruldu. Tabii, eski hükümet başkanı tarafından. Yenisinin bize hiç aldırdığı yok. Şimdi esasa gelelim… Laconia’nın batmış olması bize bir fırsat tanıyor: Uranyum oksidi ele geçirme fırsatını… Malko düşünceli bir tavırla ufka baktı. Freight Carrier Insurance’ın raporuna göre, Laconia yüzlerce metre derinlikteymiş… Doğru, dedi Troy, onu bulmak kolay değil, ama elimizde bazı ipuçları var… Mesela ne? Önce kazadan kurtulan kişi. Elindeki pasaportta adı Dan Glowitz olarak belirtilmiş. Kazadan üç gün sonra Mahe hastanesinden taburcu oldu. Paris’e oradan da israil’e gideceği biliniyordu. Fakat adam Air France’in hiçbir uçuşunda yok. israilliler de adamı hiç görmediklerini söylüyorlar… Yani, adam kayboldu. Diğer taraftan, dört gün önce bir Hollandalı, Dan Glowitz olabilecek bir ceset buldu. Balık avında oltasına takılmış. Hollandalının israil haber alma örgütü Mossad’ın Mahe’deki adamı olduğunu biliyoruz… Niye Dan Glowitz “olabilecek” bir ceset dediniz? Çünkü Seyşelliler onu hemen gömdüler. Cesede işkence edildiği belliydi. Bütün tırnakları sökülmüş. Dan Glowitz eski bir Yahudi. Kolunda Nazilerin vurduğu numara bulunuyordu. Zaten Mossad ajanı Hollandalının bu kadar yakından ilgilenmesinin bir sebebi de bu. Niye daha önce ilgilenmemiş? Laconia battığında, Mossad ajanı Nairobi’deydi. Buraya döndüğünde ise, adam hastaneden taburcu edilmişti. Malko düşünüyordu. Amerikalıya dönerek: Bu konu hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Diye sordu. Benimki sadece bir varsayım. Zaten Washington’a gönderdiğim raporda da bunu belirttim… Laconianın batışı bazı gizli servislerin dikkatini çekiyor. Mesela Iraklılar. Onlar da ellerinde birkaç ton uranyum oksit olsun istiyorlar. Bu zamanda böyle bir mal bulmak hiç de kolay değil. Bu nedenle buraya gelip Laconianın gerçekten 700 metre derinlikte yatıp yatmadığını araştırmak istiyorlar… Anlıyorum, dedi Malko. Bu varsayımımı güçlendirecek bazı belirtiler var. Mesela Coral Sands’de çok iyi tanıdığımız bir Iraklı kalıyor. Irak gizli servisinin iki numaralı adamı Raşit Münir. Kendisini kolaylıkla tanırsınız. Ömer Şerifin ikiz kardeşi gibi. Kadınların çok ilgisini çekiyor… Peki, Iraklılar bu kokuyu nasıl almışlar? Tam olarak bilmiyorum, dedi Amerikalı. Ama buradaki Tanzanyalılar aracılığıyla duymuş olabilirler. Biliyorsunuz Tanzanyalılar kendilerine Çekoslovak silahları veren Iraklıları pek tutarlar. Her şey akla yakındı, ama Malko’nun dikkatini çeken bir şey vardı. Laconia yedi yüz metre derinlikteyse, malı oradan kimse çıkaramaz ki! Çok doğru, dedi Amerikalı. Ama bir sorun var: Laconia gerçekten yedi yüz metre derinlikte mi acaba? Ne demek oluyor bu?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir