Anastasia N. Karakasidou – Buğday Tarlaları Kan Tepeleri – Yunan Makedonyasında Millet Olma Aşamasında Geçiş Süreçleri (1870-1990)

Makedonya sözcüğü öteden beri gerek Yunanlı, gerekse yabancı birçok kimsenin zihninde güçlü olduğu kadar ihtişamlı bir ülke izlenimi uyandırmıştır. Arkeolojik bulgulardan, Büyük İskender ile babası MakedonyalI II. Philip gibi tarihi kişiliklerin etrafında örülmüş efsanelerden kaynaklanan imgelerdir bunlar. İnsanların hayalhanelerinde parlatıldığı, eski Yunan sanatı ve arkeolojisi üzerine yazılmış ciltli kitaplardaki pırıl pırıl fotoğraflarla popüler hale geldiği için, Makedonya uzun yıllar tarihin tozlu sayfalarında anlatılan uzak bir geçmişe aitmiş gibi görünürdü. Oysa 1990’ların başından bu yana, artık Makedonya adı -özellikle Balkanlar’daki gelişmeleri takip edenler için- son derece farklı imgeleri akla getiriyor. Son yıllarda tekrar yeşeren Balkan milliyetçilikleri sayesinde, evvelden kalın ciltli dekoratif resimli kitaplarda yer alan Eski Makedonya artık birbiri ile sürekli rekabet eden ve hatta çatışan meşrulaştırma ideolojilerinin içine, uyumsuzluğun ve ihtilafların göbeğine oturtulmuş oldu. 1900’lerin başında Yunanistan ve Bulgaristan, esas olarak Makedonya bölgesinin denetimi üzerinde bir ulusal mücadele içine girmişlerdi. Şimdi 21. yüzyılın eşiğinde, Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti’nin (FYROM)* Slav, Arnavut, Müslüman Türk, Çingene ve başka toplulukları kapsayan bağımsız bir devlet konumuna gelmesiyle birlikte, bu ihtilaftaki eksenin başka bir alana kaydığım görüyoruz. Günümüz Yunanistan’ında ve Makedonya Cumhuriyeti’nde milliyetçi davayı savunanlar ve seçkinler Eski Makedonya bölgelerinin sözde “ulusal kimliği”ni kendilerince “kanıtlama”ya dönük uzayıp giden bir yarışa kilitlenmiş dürümdalar. Böyle bir tartışma birçok yabancı gözlemciyi şaşkına çeviriyor; özellikle de iki bin yıl önce yaşamış bir insan grubunun, “ulus” gibi oldukça modern bir kavrama benzer bir şeyin doğuşundan çok önce, (bu kavgada şimdi başı çekenlerin kullandığı anlamda) “ulusal bir kimliğe” nasıl sahip olabileceğini soranları. Gelin görün ki, Yunan ve Makedon milli davalarını sürdüren kültür savaşçılarının günümüzde kimi zaman bölge üzerindeki siyasal hak ve meşruiyetlerini pekiştirmeye çalışırlarken dayandıkları savlar işte böyle. Devletler (daha doğrusu ulus-devletlerin seçkinleri) arasındaki milli rekabetin retoriği, oldukça sık görülen bir yaklaşımla, şimdiki egemenlik iddialarını ya da taleplerini meşrulaştırmak için tarih sayfalan içinde kalmış hadiseleri yeniden gündeme getiriyor. Eski Makedonya’nın mağrur havası ve milli kahramanları gerek Yunanistan’da, gerekse Makedonya Cumhuriyeti’nde günümüz hegemonyacılarının, yani milli ideologların ve milliyetçi tarihçilerin gündeme getirdiği mitolojik bir ecdat yurdunu ve ataları temsil ediyor. Akademik iddialar ve politik retorik bir “ulusal zaman” uyduruyor, daha sonra da bir ulusal mekânı meşrulaştırmak için bunu kullamyor. Çatışmanın her iki tarafında da sözü geçenler, kendi yurttaşlarına mekânı, zamanı, akrabalık ve soy/nesep nosyonlarım (ya da metaforlarım) kenetleyecek bir milli şecere ve bir milli ideoloji sunmak amacıyla, aslında eski çağlarda yaşamış şanlı şahsiyetlerden hareket ederek kendi ulusları için faraziyelere dayalı bir soy çizgisi kuruyorlar. Bununla da yetinmeyip karşı tarafın iddialarım çürütmeye çalışıyor, kimi zaman birbirlerini geçmişi gasp etmek, çalmak veya tarihi çarpıtmakla suçluyorlar. Aslında, bizatihi kendisi de “yapay ve büyük zorlamayla somuta indirgenmiş bir varlık olan ulusun” çıkarlarına ya da amaçlarına hizmet etmeye koşulduğunda, tarih bir meta haline gelir. Tarih [milliyetçiler açısından] şevkle sahip çıkılan bir metadır, ama değerinin yükselmesi ve anlaşılması için muhakkak tedavüle çıkması gerekir. “Ulus” kavrammın özünde yatan da kapsama ve dışlama arasmdaki bu paradokstur işte (Hobsbawm 1990). Güney Balkanlar’da ulus inşasının birbiri ile yarışan söylemlerinde, “Makedonya” kelimesi sadece tartışmalı bir bölgenin adı değil, aynı zamanda farklı ulusal kimliklerin ve bunlara tekabül eden tarihsel ihtişamın göstergesi haline gelmiştir. Makedonya’nın bir siyasal tartışma konusu olarak gazete manşetlerinde yer almasından önce böyle bir çalışmayı ilk kez kafamda tasarlayışım, benim de bu ulusal kurgu yaratma sürecine kendimi kaptırmış olduğumu ortaya koyuyor. Yunanistan’ın kuzeydeki idari birimi Makedonya’nın başta gelen merkezi -ailemin hâlâ yaşadığı kent olan- Selânik’te doğup büyümüş biri olarak, kültürel çeşitliliğe ve homojenliğe ilişkin birbiri ile çelişen imajlar arasında yetiştim. 1988’de doktora tezimin konusunu belirlemeye başladığımda, bu bölgede oturan ve farklı kültürel yapılara sahip insanların kendilerini tek bir ulusal kültürün, yani Yunan kültürünün bir parçası olarak hissetme noktasına nasıl vardıklarını anlamaya çalışıyordum. Büyürken bana da aşılanan yaygın ortak görüş, Yunan Makedonyası’nda iki grubun yaşadığı yönündeydi. Bunlar “yerliler” (dopyi) ile 1922-1923 Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra yerlilerin aralarına yerleşen “mübadiller”di {prosfigas).* Her iki grup da Yunanlı sayılıyordu. Kimi zaman öylesine farklı görünen bu insanların birbirlerini tek bir kolektif grubun mensupları olarak görmeleri ve bu sayede aralarındaki bariz farklılıklara rağmen etkileşim ve karşılıklı evliliklere girme noktasına nasıl geldiklerini anlamak istiyordum. Bu konunun, benim için kişisel özelliklerimden kaynaklanan bir mesele olduğunu da itiraf etmeliyim. Aslında, ben de bizzat bir “yerli” ile bir “mübadil” arasındaki evliliğin ürünüydüm. Babam, Anadolu yaylalarından gelme bir mübadildi. Kapadokya’dan [Yozgat’tan] gelmişti ve anadili Türkçe olan bir Ortodoks Hıristiyandı. 1922’de Türk-Yunan savaşında öksüz kaldıktan sonra, kardeşleriyle birlikte sırtlarındaki elbiseler dışında pek az eşyayla ve dağarcıklarındaki birkaç Yunanca kelimeyle Yunanistan’a gelmişlerdi. Buna karşılık annem, anadili Yunanca olan Selânikli bir tüccarın kızıydı. Dedem dağlık Halkidiki yöresinde doğmuş olduğu köyü çocukken terk edip tek başına yalınayak yürüyerek Selânik’e gelmiş biriydi. Anne tarafından dedem daha sonra, bir zamanlar iyi para kazanan (ve 1929 yılında Büyük Bunalım sırasında batan) bir ithalat-ihracat işi kurmuş ve şehrin önde gelen ayakkabı tüccarlarından birinin kızıyla evlenmiş. Ninem ise onunla evlenmeden önce, 1900’lerin sonlarında şehrin hemen kuzeyine düşen Langaza Havzası’nda tayin edildiği Laina köy okulunda Yunanca öğretmenliği yapmıştı. Aralarındaki farklılığa karşın her iki ebeveynimi de Yunanlı yapan şeyi bulmaya çalışırken, belki bilinçaltından kaynaklanan bir tavırla kendi Yu­ nanlı kimliğimin temellerini de arıyordum. Yunanistan’da doğup büyüdükten sonra, bir üniversite bursuyla 1975’te ABD’ye gitmiştim. Ancak her yaz Yunanistan’da, Makedonya’da, Selânik’te, yani doğduğum ve evim olarak gördüğüm yerde bulunan ailemin yanına dönmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bu nedenle Columbia Üniversitesi’nde antropoloji konusunda doktora adayı iken, 1988’de Selanik Üniversitesi Arkeoloji Bölümü üyelerinden Langaza Ovası’ndaki bir etnik-arkeolojik araştırmaya katılmak için aldığım daveti sevinçle karşıladım. Aynı yılın Mayıs ayı ortalarında, MacArthur Vakfı’nm verdiği tez öncesi yaz bursuyla gerekli kaynağı bulmuş olarak, saha çalışmam için uygun bir yer belirlemek ümidiyle yurduma döndüm. Buğday başaklarını olgunlaştırıp hasada hazır hale getirecek yaz sıcakları henüz bastırmamış olduğundan, Makedonya tepelerinin ilkbahar sonlarındaki görüntüsü hâlâ yemyeşildi. Çeşitli nedenlerle, bölgeye ilişkin yaptığım ilk araştırmanın ardından, “yerliler” ile “mübadiller” arasındaki etkileşimi konu alan çalışmamın odak noktası olarak Assiros nahiyesini (kinotita) seçtim. Doktora tez konumun niteliği, toplumsal ve ekonomik etkileşim ile ilgili bir çalışma açısından, saha olarak tek bir köyün ele alınmasını çok kısıtlayıcı kılıyordu. Bir idari birim olmasından dolayı, Assiros nahiyesi kendisine bağlı üç köy, yani Assiros, Eksamili ve Mavrorahi hakkındaki yerel arşivlerin (nahiye idaresi, okul ve kilise) toplandığı bir kaynaktı. Bu köylerden ilk ikisi verimli ovada yer alıyordu ve tahıl (esas olarak buğday) tarımı ile hayvancılıktan oluşan bir ekonomik yapıya sahipti. Açık bir farkla üç yerleşimin en zengini olan Assiros aynı zamanda nahiye merkeziydi. Eksamili kaza ovasının yarı çeperinde, yükselen tepelerin eteğinde kurulu daha küçük bir köydü. Buna karşılık Mavrorahi kuzeydeki tepelerde bulunan ve büyük ölçüde boşalmış olan bir mezraydı; geride kalan beş ailenin başlıca geçim kaynağı ise hayvancılıktı. Dahası, her yerleşim göründüğü kadarıyla farklı demografik ve etnik perspektifler sunuyordu. Assiros’ta ağırlıklı olarak yerliler ile Doğu Trakya’dan geldikleri için Trakiotes [Trakyalı] olarak anılan mübadiller (ve onların soyundan gelenler), ayrıca sonradan yerleşik hayata geçmiş olan Sarakatsa çobanlarından oluşan küçük bir grup oturuyordu. Eksamili’de yaşayanlar da Trakiotes kesimindendi. Mavrorahi’deki aileler ise Anadolu’nun Karadeniz kıyısındaki Pontus bölgesinden mübadeleden önce gelmiş olan ve Ponti [Pontuslu] olarak bilinen göçmenlerdi. 1988 yılının o yazında, ovanın aşağısındaki Assiros köyüne taşınmadan önce, ilk ayımı Mavrorahi’de geçirdim. Benim için tahmin ettiğimden çok daha zorlu bir deneyim oldu bu; Yunanca anadilimdi, ama Pontus lehçe­ sini konuşamadığım için ister istemez bir sürü şeyi kaçırdığımın farkına vardım. Üstelik, Mavrorahi’den kalma saha notlarımı şimdi yeni baştan okuduğumda, bilinçsizce olsa bile, oradaki Pontuslularla olan etkileşim sürecinde, sanki [kökleri ezelden beri Yunanistan’da olan] bir Yunanlı gibi davrandığımı ve aslında bu zihniyet yapısının önümü tıkadığını şimdi anlıyorum. O ilk aydaki saha çalışmamdan kalma günlüklerimde ifade edilmemiş birçok varsayım, ayrıca şimdi cevabını bulmaya can attığım birçok eksiklik ve sorular var. Bunların bir kısmı tecrübe eksikliğine bağlanabilir hiç kuşkusuz. Ama o notları bugün okuduğumda, benim o dönemdeki Yunan ulusal kimliğini algılama biçimimin bir bakıma ‘yerel kimlik nosyonlarının nasıl oluştuğunu ve zamanla nasıl dönüşüme uğradığı’ meselesini eleştirel bir bakışla ele almamı engellemiş olduğunu görüyorum. Bu engelleme mekanizmasının da sürekli tekrarlanan tutarlı bir örüntü oluşturduğunu notlarımdan çıkarıyorum. Mavrorahi’de bir ay geçirdikten sonraki on haftayı ovanın aşağısındaki Assiros köyünde geçirerek gelişigüzel mülakatlar yaptım. Nahiyenin aile/ nüfus kütüğünü (başlangıç tarihi 1957) inceledim ve gerek yerlilerin (dopyi), gerekse Trakyalı mübadillerin (Trakiotes) hayat hikâyelerini derledim. Ayrıca nahiye kalemindeki nüfus sayımı bilgilerini kaydettim, bazı resmî toplantılara ve insanların kendi aralarında düzenlemiş oldukları toplantılara katıldım. Böylece yerliler ile mübadiller arasındaki karmaşık ve şaşırtıcı ilişkileri ancak Assiros’ta yavaş yavaş kavramaya başladım. ‘Yerli’ ve ‘mübadil’ gibi kategoriler köy halkının kendilerine yapıştırmış oldukları kimlik etiketleriydi, ama aynı zamanda bu etiketler varolan büyük çeşitliliği örten, maskeleyen ve kafa karıştırıcı türden kategorilerdi. Sözgelimi, “mübadil” kategorisi yeni gelen kişileri değil, daha 1920’lerde Yunanistan’a gelmiş olan köylüleri ve onların çocuklarını, torunlarını kapsıyordu. Mübadillerin tek tip yeknesak bir etnik veya kültürel grup oluşturmadığını da gözlemledim; aralarında dil, âdet-gelenek, sınıf farklılıkları ve başka nedenlerden kaynaklanan farklılıklar vardı. Benzer bir şekilde, kendilerini ezelden beri bu yörenin halkı olarak tanıtmış olan “yerliler” de kendi içinde homojen bir grup değildi. Her geçen gün biraz daha, Assiros köyünün insan malzemesinin tam bir mazemata [karışım] olduğunun farkına varıyordum. Bu köy 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren farklı yerlerden gelip yöreye yerleşmiş insanların ve sosyal grupların bir karışımı idi. Yunan Makedonyası’nın başka kesimlerinde [en]-dopyi (yerliler) terimi, bölgenin 1913’te Yunanistan’a katılmasından önce yerleşmiş olan ve anadili Slavca olan insanları belirtmek için kullanılır. Sözgelimi, Edessa ve Florina illerinde kullanılan dopyos Makedonas (yerli Make­ don) ibaresi anadili Slavca olan bir kimseyi (ve onun soyundan gelenleri) belirtir. Buna karşılık Assiros’ta dopyi terimi, anadile ya da diğer farklılıklara bakılmaksızın, mübadillerin gelişinden önce yörede yerleşik olarak bulunanların tümünü ifade eden bir anlama sahipti. Artık işin içine girmiş olarak, Nisan 1989’da MacArthur Vakfı ve Wenner-Gren Antropoloji Araştırmaları Vakfı’nın burslarıyla desteklenen tam bir yıllık saha araştırması için nahiyeye döndüm. Bu kez çalışmamın odak noktasını Assiros köyünün ve bir zamanlar epey işlek olan çarşının kuruluşuna ve erken tarihine çevirdim. Bu tarihi izleyen on üç ay boyunca, yerel kullanımda bugünkü dopyi kategorisini oluşturan çeşitli insanlar ve gruplar arasında, ayrıca bu kesim ile Türkiye’den gelmiş mübadiller arasında ortak bir Yunan milli kimliğinin oluşumunda rol oynayan dönüşümlerin etnografik tarihi üzerinde yoğunlaştım. Saha çalışmasının bu ikinci evresi oğlum Nikos’un doğumuyla mutlu bir kesintiye uğradı ve ara verdiğim günlerin çoğunu Selanik’teki Balkan Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde bölgeye ve genel olarak Makedonya sorununa ilişkin Yunan tarihyazımı üzerinde çalışarak geçirdim. Nisan 1990’da Assiros’a döndüğümde, nahiye binasının bodrum katında bulunan yerel nahiye arşivindeki malzemeyi okumaya başladım. Bu belgelerin çoğu gelişigüzel demetler halinde toplanmış, düzene konmamış, kataloğu çıkarılmamış, çamur, toz ve fare pislikleri ile kirlenmiş kâğıtlardan oluşuyordu. Bodruma atıldıklarından beri bu belgelere kimsenin bakmadığı ve nahiye memurlarının başka amaçlar için yer açmak üzere bu belgeleri yakmaya hazırlandıkları söylendi bana. Nicholas Dirks’ün bir ibaresini (1993, s. xıv) kullanarak belirtmem gerekirse, “tarih ile antropoloji arasında yaşayarak” geçirdiğim bu dönemde, Comaroff ve Comaroff’un deyişiyle (1992, s. 5) “tarihin ters akıntılarına açık etnografik adayı veya adaları” ortaya çıkarmaya çalıştım. Doktora tezimin kapsamının çok ötesinde zengin bilgiler içeren bu arşiv belgeleri, yerel tarih üzerine çoğu kez sözlü tarihlerden elde edilmiş bilgileri somutlaştıran (kimi zaman da çürüten ya da hiç tutmayan) ilk elden verilere ulaşmam açısından önemli bir kaynak oldu. Bu yönüyle belgeler özel olarak değinmeyi hak edecek çeşitliliğe sahipti: Nahiye meclisinin toplantı tutanakları ve kararları; çeşitli nahiye nüfus kütükleri (yani eski [1918] ve yeni [1957] aile nüfus kütükleri, sadece erkek nüfusun kayıt edildiği askere alım defterleri, evlilik kayıtları, vaftiz kayıtları ve Tapu Sicil Defteri); Makedonya Valiliği, Tütün İdaresi, Orman İdaresi ve diğer hükümet daireleri gibi dışarıdaki devlet kuruluşlarından gelen ya da onlara gönderilen resmi yazışmalardan oluşan büyük tomarlar. Ayrıca mülkiyet devirleriyle, yeniden arazi dağı- tınılarıyla ve tarımsal desteklerle ilgili yerel kayıtlar vardı. Bunlara ek olarak, yerel kilise de küçük bir arşive sahipti. Assiros köy okulunun ve okul idare heyetinin de öğrenci kayıt işlemlerinin yanı sıra her öğrencinin babasıyla ilgili meslek ve eğitim bilgilerini kapsayan geniş çaplı kayıtları vardı. Köy papazının sadece kısmen incelememe izin verdiği kilise arşivleri dışında, bu kayıtların hepsine serbestçe ve kısıtlama olmadan bakma olanağını buldum. Bu belgelerden elde edilmiş bilgilerin kaynağı, kitapta ANA (Assiros Nahiye Arşivleri) şeklinde genel bir alıntıyla geçecektir. Assiros’taki saha çalışmamın son evresi 1991 yazında gerçekleşti. Eşimin kendi doktora saha araştırmasını yürüttüğü Çin’den daha yeni gelmiştik. Yunanistan’a dönünce, yerel tarih konusunda halk anlatılarının önemini daha bütünsel olarak kavramaya başladım. Çin’deki mülakatlar ve sohbetler çoğu kez çekingen bir havada geçiyordu; yabancı bir etnografa söylenen şeyler birilerinin kulağına gitmesin diye konuşmanın fısıltıya dönüşmesi sık karşılaştığımız bir durumdu. Neredeyse bütün yazılı kayıtlara erişim sıkı denetim altına alınmıştı. Buna karşılık Assiros’ta kafenia denen kahvelerdeki görüşmeler genellikle canlı geçiyordu. Mülakatlar, etraftaki seyircilerin ya da kulak misafiri olanların araya girmesiyle sürekli kesiliyordu. Bu kişiler bana anlatılan şey konusunda mülakatı yaptığım kişiyle ve birbirleriyle heyecanlı ve çoğu ağız dalaşına kadar varan münakaşalara tutuşuyorlardı. Yunanistan’daki kahveler geçmişin coşkulu bir havada tartışılabildiği ve bunun açıkça sergilendiği bir kamusal forumdu. Bu tip mülakatların sağladığı anlatıya dayalı ipuçları, bu çalışmanın tarihsel kurgusunu örmeme yaradı. Assiros’taki saha çalışmamın üçüncü evresine girdiğimde, Makedonya’da 19. yüzyılın ortalarından ve belki de daha öncesinden beri Yunan ulus inşasına dönük çok daha kapsamlı ve daha uzatmalı bir longue duree’rim* yaşanmış olduğu ortaya çıkmıştı. îşte bu kitabın sonraki bölümlerinde incelemeyi, belgelendirmeyi ve yorumlamayı seçtiğim şey bu önemli tarihsel dönüşüm sürecidir. Daha önce de belirttiğim gibi, bu amaca yönelik çabalarım Makedonya ihitilafınm Balkanlar’da haber manşetlerine, politik retoriğe ve popüler bilince hükmedecek bir hale gelmesinden epey önce başladı. Ne var ki, doktora tezimi 1992 yılında tamamladığımda, savaş ve barış gücü kuvvetleri, halk arasındaki gerginlikler ve etnik temizlik, ambargolar ve yaptırımlar bölgedeki hayatın günlük ikonları haline gelmişti.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir