Vehbi Yildiz – Ilim ve Irfan Nesli

İlim ve irfân nesli, insanın terbiye ile kemâle ermek ve Cenâb-ı Hakk’a muhatap olma liyâkatini kazanmak için şu dünyaya gönderildiğini bilip kavrayan ve bu terbiye olma, tekâmül etme ve liyâkat kazanmadan ibaret olan yaratılış gayesinin ancak hakikat ilminin rehberliğinde ve marifet projektörleri altında gerçekleşebileceğini idrak eden îmânlı, akıllı, cesaretli, basîretli, şuurlu, şevkli ve gayretli kimseler taifesidir. İlim ve irfân nesli’nin, îmânı kâmil ve teslimiyeti sağlam olduğundan Yüce Allah’a tevekkülü ve itimâdı da tamdır. İlim ve irfân nesli, gerek şahsı, gerek âilesi, gerekse çevresi ve özellikle gönül verdiği mukaddes değerleriyle alâkalı olarak meydana gelen veya gelmesi muhtemel olan hâdiselere karşı uyanık göze sahip olup dâimâ müteyakkızdır, uyanıktır ve dikkatlidir. İlim ve irfân nesli’nin, kalp ve kafası îmân ve basîret ışığıyla aydın olup kevnî olsun, içtimâî olsun bütün hâdiselere îmân, ma’rifet ve hikmet nazarıyla bakar ve bu sâyede başkalarının kıvrandığı sıkıntı ve ızdıraplara asla marûz kalmaz. İlim ve irfân nesli, yüksek değerler ve yüce hakîkatlerden gereği gibi haberdâr olduğundan ötürü, sürekli olarak ve doğrudan doğruya sâdece mukaddes değerlere tâliptir. Bu yüzden de hem kendileri hem milletleri adına hep yüce hakîkatler semâsında pervâz etmenin mücâdelesini verir. İlim ve irfân nesli, süfliyât bataklığında asla mıhlanıp kalmaz; aksine mıhlanıp kalanları ve bataklıkta boğulmak üzere olanları kurtarmaya çalışır. Bunun için de cehâlet ve gaflet bataklıklarına, dalâlet ve ilhâd girdaplarına saplanıp da boğulmamanın, tam aksine îmân ile irfân yaylalarında ve basîret ile fazîlet yamaçlarında yaşamanın ve bütün insanlığı, özellikle de çevrelerini bu tatlı hayata yükseltmenin çilesini ve sancısını çeker, onun kavgasını verir ve onun mücâdelesini yapar. Îmân-küfür, salâh-fesâd, muhabbet-nefret, ünsiyet-vahşet, basîret-gaflet, ma’rifet-cehâlet, fazîletrezâlet, ulviyât-süfliyât; hâsılı, insanlık-hayvanlık kıtalarında tarih boyunca yapıla gelen gizli ve açık mücâdele, muhârebe ve hesaplaşmada İlim ve irfân nesli, daima îmân, salâh, muhabbet, ünsiyet, basîret, ma’rifet, fazîlet ve ulviyât gibi en yüce değerlerin toplandığı hakîkî insanlık kıtasının ve gerçek medeniyet ve huzur ülkesinin serhat boylarında nöbet tutmuş, düşmanlarını gözlemiş ve mukaddes değerlerin hâkim olduğu ülkelerini kof, çürük ve değersiz kalıntı ve mefhumlara karşı bütün imkânlarını seferber ederek müdâfaa ve muhâfaza etmiş ve edecektir. İlim ve irfân neslinin fertleri, gerçek insanlık meziyetlerine sahip olup bütün mahlûkâtın durumlarına göre ibadet ettikleri yeryüzü mescidinde, insanlık mahfiline çıkacak ehliyet, liyâkat ve dirayete sahiptirler ve bunu bilfiil gösterirler. Evet yüzlerce insan bir maksad etrafında toplanıp aynı sofrada tatlı tatlı sohbet ederek yemek yer, aralarındaki sevgi ve ülfetlerini fazlalaştırırlar. Hakikat böyle iken gel gör ki, insanlıktan ve mârifetten haberi olmayan nasipsiz iki köpek, bir lâşenin başında boğuşur ve hırlaşır durur. İşte ilim ve irfân nesli, insanı Yüce Allah’tan ve gerçek değerlerden uzaklaştıran dünyanın böyle bir lâşe olduğunu düşünür, olur olmaz şeyler için başkalarının menfaatinde gözü olmaz ve bu yüzden de kimseyle münakaşa etmez. Tutum ve davranışlarını Kur’ân’dan ve Sünnet’ten aldığı İslâm terbiyesine göre ayarlar, kâbiliyetlerini istikamet çizgisinde nemâlandırmak ve geliştirmek için çalışır. Âdî, denî, süflî, fânî, rezil, pest ve bayağı şeylere tenezzül etmez. Kalbi ve fikriyle bu gibi şeyleri merak edip ruhunu böyle mânâsız şeylerle meşgul etmez. İlim ve irfân nesli, ehliyetli kimselerle meşveret etmeden; yani işin ehli olan kimselerle fikir alış verişi yapmadan ve bu cümleden olarak geçmişin muhâsebesini yapmadan ve geleceğin tedbirini almadan; ne şahsı adına, ne hayatını ve hizmetini kendileriyle paylaştığı samimi arkadaşları adına, yeni bir kısım hamlelere girişmez, karara varılan prensipler dışına çıkmaz ve kendi başına hareket etmeye kalkışmaz. İlim ve irfân nesli haddini bilir, vazifesini yapar ve başkalarının işine karışmaz; ancak kendisinden istenilirse canla başla yardıma koşar. Hem kimseyle kavga etmez; herkesle ülfet ve ünsiyet eder. Bu yüzden de kendisi kalp, ruh ve zihin plânında rahat bir hayat yaşadığı gibi, çevresindekileri de rahat ettirir. Hem kendi rahatını başkalarının zararında görmez; aksine başkalarının menfaatini gerekirse kendi zararında görür ve gereken fedâkârlığı seve seve yapar. Hâsılı, İlim ve irfân nesli: Her zaman ârif, âgâh, müteyakkız, mütenebbih ve herkesle uyumlu olan, çalışkan ve hasbîler zümresidir. Cenâbı Hak, iş bu “İlim ve İrfan Nesli”ni, şu mübârek arefe gününde kendileriyle iftihar ettiği o Arafat Ehli’ne dâhil etsin, onlarla birlikte af ve mağfiret buyursun ve bu şerefli nesli bütün insanlık için bir kurtuluş ve bir iftihar vesilesi yapsın. Âmîn… 9 Zilhicce 1424 31 Ocak 2004 Vehbî Yıldız 1. İlim ve İrfan Nesli ile Toprak Unsuru’nun Benzerliği Şu âlemde her bir adımı binlerce mefâhire mazhar olmuş kim bilir ne muazzam, ne mümbit ve ne bereketli topraklar vardır. Ayaklar altında çiğnendiği halde, değerinden hiçbir şey kaybetmeyen; aksine izzetine şeref katan bir toprak hiç değerli olmaz ve hiç sevilmez mi? Her mevsimde meyve veren, yani pek çok bitki ve ağacı doğuran toprak değil midir? Kendisi aynı kâbiliyet ve beceride olmasaydı bu türlü eserlere nasıl sahne ve mazhar olacaktı? Öyle ise topraktan ve toprağa girmekten çekinmemeli ve ürkmemeli. Yalnız unutmamak gerekir ki, toprak ne ile sulanmış ve ne ile beslenmiş ise, yetiştirip asıl hüviyetini devam ettireceği olan nesli de aynı şeylerin halitası olarak zuhûr eder. Şehid kanlarıyla yoğrulan ve doğuracağı bitki ve ağaç adındaki evlatlarına su yerine kanla karıştırıp hakikat güneşinde pişirdiği çamur çorbasını içiren şu toprak, onu korumayı gaye edinen ve kendisine dönmeyi arzulayan bir nesli elbette yetiştirecektir. Nitekim “Yetiştirmiştir de.” Kışın taş gibi kupkuru ve kaskatı olan toprağa “Emr-i kün fe yekûn” ile hayat veren, kendisini tanıtmak ve sevdirmek için rahmetinin binlerce eserini o toprakta arz edip sergileyen, varlıkların pek fazla muhtaç oldukları ihtiyaçlarının sağlanması için “Min haysü lâ yahtesib”, yani hiç umulmadık bir şekilde ve bir zamanda toprağa canlılık veren Zât-ı Zülcelâl, hiç mümkün müdür ki, gıdasızlıktan can çekiştirenlere, bilhassa şu asrın insanına bir kısım kalb ve kafaları ihya edip yardımına koşmasın ve bu asrı verimli hâle getirmesin. Kaldı ki kâinatta umûmî rahmet ve hikmet bunu gerektirmektedir. Toprağı sevmemek elde değil. Yalnız toprağı sevmek, zâti olmayıp taşımış olduğu özelliklerinden dolayıdır. Canlılar ondan ve onun maddelerinden terkip edildiği gibi, hayatları boyunca da ondan çıkanlarla beslenir ve onunla ilgilerini devam ettirirler. Kısa bir zaman sonra da daha güzel bir hayata geçmek için, kendilerini yine onun sinesine emanet ederler. Bununla beraber elbetteki her toprak bir değildir. Olamaz da. Evet, gülü-çiçeği, meyveyi-bostanı yetiştiren topraklar olduğu gibi, bazı hikmetler için dikene, ebû cehil karpuzuna saksılık yapan topraklar da vardır. Hadîs-i Şerif’te de zikredildiği gibi toprağın bir kısmı “nakî”dir; kendisine verileni kabul ettiği gibi, başkalarına da faydalı olur. Bir kısmı “cedeb” dir; verileni sadece muhafaza eder. Kendisi istifade edemez. Ancak başkalarının istifadesine saksılık yapar ve yardımcı olur. Diğer bir kısmı da “kâ’” dır; gelen yağmur damlaları ona çarpar ve geriye döner. Suyu emme kâbiliyetinden tamamen mahrumdur. Yalnız diğerlerinin faydalı oldukları ve değerleri bununla anlaşılır. Binâenaleyh öyle verimli topraklar lazım olduğu gibi, böyleleri de lazımdır. Demek ki her toprak bir değildir. Öyle ise tohum atmak mühim olduğu kadar, o tohumun gelişeceği verimli zemini iyi tespit etmek de mühimdir. İşte insanlar da böyledir. Bir kısmı ilimden ve hidâyetten nasiplerini alır ve aldıklarını olduğu gibi gelecek nesle aktarırlar. Bir kısmı, kendileri istifade etme kâbiliyetinden mahrumdurlar. Fakat kendilerine emânet edilen ilim ve hidâyet nurlarına saksılık yapar, onları güzelce muhâfaza eder ve çevrenin istifadesini temin ederler. Diğer bir kısmı ise ne kendilerine ne de başkalarına faydalı olurlar. Birinci sınıfa dahil olan pek az kimse vardır. Fakat mühim olan keyfiyettir; kemiyet değildir. Nitekim bir senede meydana gelen sinek sayısı Âdem (aleyhisselâm)’dan günümüze kadar gelen insan sayısından fazla olmasına rağmen, her yönüyle üstünlük, saltanat ve hâkimiyet insana verilmiştir. İşte insana düşen bu azlardan olmaktır ve bu ilim ve irfan ordusuna katılmaktır. Asıl mesele kalb ve kafanın izdivâcını temin edecek ve mukaddesata bekçilik yapacak olan nesle dâyelik yapmaktır. Zîrâ verilecek değer ve hüküm, emânet edilen tohumları himaye edip etmemeye göre olacaktır. Evet, bir kısım kalb ve kafalar semâdan inen vahiyden nem kaparak canlılık kazandılar. Yapılan bazı tecrübelerle kendi uhdelerine emânet edilecek tohumlara sahip çıkıp, onları himaye edecekleri kanâatini uyandırdılar. Böylece tohum atıcılarına teminat ve ümit vermiş oldular. Bu sayede onların da şevk ve cesâretleri arttı, geleceğe ümitle bakmaya başladılar, bu dâyelik ve himaye vazîfesini yüklenenleri takdîr ettiler ve kendileri de bu şerefe mazhar olabilmek için her şeyleri ile seferber oldular. Hem dâvâlar da böyledir. Onların bir kısmı lâhut âleminden gelen her türlü mukaddes feyzi emmeye müsait ve her türlü saadete kefil olup, gayet kâbiliyetli ve verimlidirler. Kendi sinelerine atılan akıl ve kalb gibi madenleri ve kâbiliyetten ibaret çekirdek ve tohumları “İlâhî Vahy”in suyu ile neşvünemâ ettirip, her birisini çok semereli birer ağaç yaparlar. Bunun Hz. Mus’ab’dan Hz. Ömer’e, İmâm-ı A’zam’dan İstanbul’un Fâtihi’ne, Abdülkâdir Geylani’den Üstad Bedîüzzaman’a kadar binlerce örnekleri var. Bunların her birisi mümbit ve bereketli zeminden ibaret olan İslâm’ın esasları dahilinde yetişmiş, gelişmiş ve tek başlarına insanlığın ihtiyaçlarını giderebilme mevkiine yükselmişlerdir. Bir kısım dâvâlar da vardır ki, insanlık için yüz kızartıcı mahiyettedir. Onlar, semâvî hakikatlerden hissedar olup istifâdeleri nispetinde insanlık adına bazı maddî terakkîler sağlasalar bile; fakat onların bu halleri kısmî ve cüz’î menfaate râci olup, aslında hem kendileri, hem de yetiştirdikleri nasipsizdirler. Ortaya çıkardıkları nesil zakkum gibi olup, milletin kalbini parçalamış ve insanları hayatlarından bezdirmiştir. Diğer bir kısım dâvâlar ise sert kayalardan veya kokuşmuş çamurdan farksızdır. Tefessüh etmiş hissiyatına mağlup olanın, aklî ve kalbî melekelerini tamamen kaybedenin dışında bu tür batıl dâvâların müntesip ve müdâfileri yoktur. Zaten sefâhatten ibaret bu türlü dâvâlar ancak kalpsiz, hissiz ve şuursuz kimselerin barınağı ve onların mikrop yuvasıdırlar. Son iki dâvâdan ve öyle bir fikre saplanmaktan Cenâb-ı Hakk’ın yüce ve geniş rahmetine ve himayesine sığınırız. Ehl-i ilim ve ehl-i irfan olanlar şüphesiz birinci sınıfa dahildirler. Onların dâvâları halk tarafından kıymeti takdîr edilemeyecek kadar yüce ve mukaddestir. Zîrâ onların dâvâsı tebliğ ve irşâddır. Yani, Kur’ân-ı Kerîm’den, hadîs-i şeriflerden ve ehl-i tahkîkin sözlerinden duyup öğrendikleri hakikatleri akıl süzgecinden geçirerek, zamanın metotları dahilinde ve imkanları nisbetinde çevrelerine aktarıp nesli cehalet karanlıklarından ilim ve mârifet aydınlığına, sefâhet bataklığından fazîlet ufkuna çıkarmaktır. İlme ve hikmete dayalı ve îmân esaslarıyla İslâm prensiplerini yaymaya yönelik bu gayretten daha geçerli, daha güzel ve daha mübeccel bir gayret ve bir hizmet asla yoktur. Peygamberler böyle bir vazife ile gönderildikleri gibi, her asırda milletin kararmış ufkunu aydın semâlara çeviren âlimler de hep bu vazifeyi deruhte etmiş ve çevrelerine bunun en yüce bir vazife olduğunu telkin etmişlerdir. Zîrâ şu kâinâtın gâyet mükemmel olarak yaratılmasından en yüksek İlâhî maksad, geniş rubûbiyete karşı insanın her hâliyle ve bütün duygularıyla küllî bir ibadet ve ciddî bir kulluk göstermesidir. İnsanın bu şekilde geniş duygulara üstün fıtrata sahip olarak yaratılmasından maksad ise, kendisinden beklenilen kulluğa ilim ve hikmete dayalı fikir ve kanaatlerle ve fazîlete dayalı güzel muamelelerle ulaşması ve Yüce Yaratıcı’ya muhatap olma liyâkatini kazanmasıdır. Ancak bu ilim ve hikmetle ve buna dayalı kullukla terakkî etme noktasında dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da yerine getirilecek tâlim ve terbiye veya tebliğ ve irşâd vazîfesi esnasında Kur’ân ve Sünnet tezgahında imâl edilen elmas kıymetindeki ve kılıç hüviyetindeki prensiplerle nakle, akla ve realiteye dayalı sağlam delillerle hizmet vermektir. Müstakbel dünyanın kurucularının takdîr ve dualarına nail olmak isteyen kimse, Sâ’dî-i Şîrâzî’nin şu sözlerini hikmet levhası olarak evinin bir köşesine asmalı ve her gün ona bakıp, hayatını ona göre tanzim etmelidir. Sâ’dî-i Şîrâzî şöyle diyor: “Toprağa ‘Sen misk misin amber misin? Gönlümü alıp giden kokudan ben kendimden geçtim’ diye sorduğumda, toprak dedi ki, ‘Ben değersiz bir kildim. Amma bir süre güle saksılık yaptım da, gülün olgunluğu bana işledi. Yoksa ben yine aynı toprağım.” Evet ilim ve irfân neslinin de zâtî ve maddî bir kıymeti olmayabilir. Fakat onun geleceğin muallim ve mimarlarını fazîletli, şuurlu ve kültürlü yetiştirmeye yönelik yaptığı manevî cihadından kaynaklanan bir kıymeti vardır ki, onun bu vasfı her türlü takdîr ve tebcîlin üstündedir ve onun bu izzet ve itibarı her şeye yeterlidir. Yüce Mevlâ’nın engin rahmetine dehâlet ediyor ve tazarrû ile niyâz ediyoruz ki, biz bîçare kullarını da bu nurlu tâifeye, bu tebliğ ve irşâd kâfilesine ve bu ilim ve irfan nesline dâhil eylesin. Âmin! Evet ilim ve irfan neslinin bütün kıymet ve itibarı, geleceğin öğretmenlerini fazîletli ve kültürlü, yöneticilerini salâhiyetli ve merhametli, hukukçularını mürüvvetli ve adâletli, âmir ve memurlarını şefkatli ve hürmetli, esnaf ve tüccarlarını diğerkâm ve sahâvetli, patron ve işçilerini takdirkâr ve itâatli bir hüviyette, diğer bir ifade ile gelecek nesli îmânlı, hayâlı, takvâlı, saygılı, anlayışlı, kültürlü ve iş bitiren olarak yetiştirmesindedir. İşte ilim ve irfan neslinin istikbâli aydınlatmaya ve insanlığı kurtarmaya yönelik olarak attığı böyle her bir adım ve tükettiği her bir nefes, onun izzet ve itibarını fazlasıyla arttırdığı gibi, aynı zamanda hem Yüce Hak katında hem halk nazarında gözbebeği olma durumunu muhafaza etmesinin teminatı olmuş ve dâima da olacaktır; inşâallah…

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir