Sezgin Kaymaz – Geber Anne

Islak, yumuşacık, ateş gibi bir dudak? ‘Öptüm dee uyandırdıım Öptüm dee uyandırdııım…’ Dipdiri, zıpkın gibi uyandı. Melek, hep böyle uyandırırdı onu. Melek Anne’si… Etrafına bakındı. O nazlanıp, o yana bu yana dönene kadar, Melek çoktan çıkıp gitmişti bile. O gün, on yedisine basacaktı. Ağabeyi Tufan’la babası çıkmış olmalılardı evden. Üzerinde, bir beyaz slip vardı. Ayaklarını yere sarkıtıp, camdan dışarı, arka bahçeye baktı bir süre. Saatlerle başı hoş değildi. Komodinin üzerinde duran horozlu çalar saati, yaz boyunca hiç kurmamıştı. Annesi, zamanın ve zamanlamanın önemi üstünde çok durmasa ve o melek yüzüyle, ama buyurucu sesiyle, ışıklar saçarak gülümseyip; ‘Vaktini, saatini bilmelisin sarım. Dünya’mn direği, saatinin zembereğinde gizlidir’ demese, kol saati de kullanmazdı. Teneffüsler için zil sesi vardı, günler için radyo, televizyon, gazete, tatiller için müfredat-tedrisat denilen şeyler vardı. Olmadı, sorardın birine, öğrenirdin. Kalktı. Topallaya topallaya gidip, kapının arkasındaki 5 — çengele asılı siyah kimonosunu giydi sırtına. Kuşağını bağladı usulünce. Çıkıp; ‘Günaydııın!’ diye bağırdı şımarık şımarık. ‘Duşa giriyorum. Birazdan kahvaltı masasına teşrif ederim.’ Kapıyı açmadan önce, kulak kesilerek, mutfağın oralardan gelecek ‘Günaydm’ı bekledi. Sabah selamı, balkonun oralardan geldi. ‘Günaydın sarı çiçeğim. Balkondayım.’ Tamamdı. Günü rast gidecekti mecburen. Banyoya girdi. Soyundu. Meme uçlarında giderek siyahvari bir renk almaya başlayan ve uzadıkça uzayan kıllara baktı. Sonra, kasıklarındaki koyu renk kıl yumağını inceledi. Buralar da traş edilir miydi acaba? ‘Etek traşı’ falan diyorlardı Rıdvangil ama?.. Yıkanıp çıktı. Altına ithal blue-jeanini giydi. Üste beyaz, sıfır yaka tişört, onun üstüne de annesinin ona çok yakıştırdığı, açık mavi, kolsuz, V yaka süeterini. Öyleydi. Annesi ona: ‘Yakıştı!’ dedi miydi, bu; ‘Bunu giymek zorundasın!’ demekti, ama rahatsız edici bir emir sayılmazdı. Annesinin kendisi emirdi çünkü. Emir, emir verebilir miydi?.. Sağ ayak başparmak protezi, tenis çorapları ve sonra da spor ayakkabıları. Kallavi Zenith marka saatini kasten takmadı… Birazcık şımarabilirdi bugün… Özel günlerin şımarma hakkını kullanabilirdi… Salına salına balkona doğru yürüdü. Salondan geçerken, müzik setine şöyle bir uğradı. Pikaba, ‘The Who’nun uzunçalarını koydu. Yüz ifadesini görmek için, kafasını çevirip, balkonda, bardağına çay dolduran Melek Anne’sine baktı. Belki kızardı? ‘Başımı şişirme sabah sabah!’ derdi?.. Ama yok… Tatlı tatlı gülümsüyordu Melek. Evin en küçük oğlu -Golden Retriever- Sarı, Tayfun’u görünce, kuyruğunu patır patır yere vurmaya başladı. ‘İyi,’ dedi balkona geçerken. ‘Bu sabah, benim patırtım seni rahatsız etmiyor demek.’ e ‘Zevkler değişiyor sarım,’ dedi Melek. ‘Yeni neslin gençlerini anlama süratimiz ise, maalesef!’ Sarı, hep böyle yapardı. Ne zaman, asıl sahibi Melek, başka biriyle konuşmaya, ilgilenmeye başlasa, kıskanç homurtular çıkarır, yattığı yerden kalkmaya üşenir gibi, sürüne sürüne gelip, koca kafasını kadının dizine dayardı. Kahvaltı masasına baktı Tayfun. Rutin menüleri her Allah’ın günü aşmayı beceren annesinin yanağına bir öpücük kondurup, camekânın karşısındaki sandalyesine kuruldu. Sarı, sahibini öpen çocuğa kıskanç bakışlar fırlattı. Sonra da sinirli sinirli hırladı. ‘Bugün de dere otlu omlet ha?’ dedi hayran hayran. ‘Bunu nasıl başarıyorsun?’ Melek, narin dirseklerini masaya yasladı, küçük çenesini de içe büküp üst üste koyduğu ellerine. Sırtı, bir balerin sırtı gibi dik duruyordu… Dimdik!.. Gülerek, överek baktı oğluna. ‘Bugün benim iltifat günüm,’ dedi. ‘Sen nazlanacak, azıcık da şımaracaksın, ben sana iltifat edeceğim.’ ‘Evet,’ dedi Tayfun, omletten büyükçe bir parçayı tabağına yerleştirirken. ‘Bugün Yirmi üç Ağustos. On yedi sene önce, Dünya’nın en güzel kadınına ıstırap çektirerek doğduğum gün.’ Melek güldü sadece. Alnına düşen sarı perçemini, kulağının arkasına sıkıştırdı. Sarı gene hırladı. ‘Bana ne hediye aldın anne? Ha anne?’ Melek, her ikisi de aristokrat olan kaşlarından birini kaldırdı. ‘Söylenir mi hiç?’ dedi ayıplar gibi. Akşama kadar sabret bakalım.’ Tayfun sırıttı. ‘Ben de biliyorum söylemeyeceğini ama, öylesine sordum işte.’ ‘Tadı kaçar Sarı Prens’im, tadı kaçar.’ ‘Doğru sahiden.’ Melek Ismailoğlu, çatalın ucu kadar bile denilemeyecek, bir küçücük parça omlet alarak, tabağının kenarına koydu. Hep böyle yapardı. Eşi sabahın altısında kalkar, ayrı kahvaltı ederdi. Büyük oğlu Tufan, yedide uyanır, yedibuçuğa doğru kahvaltı masasında olurdu. Tayfun ise, ne zaman isterse o zaman kalkardı. Alıştırmıştı hepsini Melek. Kahvaltı masasında yalnız bırakmazdı. Teker teker, günün hangi saatinde olursa olsun yanlarına oturur, söyleşir, karnı çoktan doymuş da olsa, yermiş gibi yapardı. Bir taraftan da, Sa-rı’nın başını okşardı, kıskançlık krizine kapılmasın diye. Her birini ayrı şımartırdı aile fertlerinin. Buna karşılık, kayıtsız şartsız teslim almıştı hepsini. Teker teker, baba Şükran Ismailoğlu, büyük oğlan Tufan ve küçük oğlan Tayfun, seve seve boyun eğerlerdi ona. Otoriteyi ona ne zaman teslim ettikleri hakkında hiçbirinin en küçük bir bilgisi yoktu. Bu konuda bir tasaları, kaygıları, merakları da yoktu. Baba bile yüksünmedikten sonra… Evdeki her yaratığa ayrı bir isim takmıştı. Şükran tsma-iloğlu’na; ‘Şükranım’ derdi. Hem de şirkete telefon ettiğinde bile, sekretere öyle sorardı koskoca patronu: ‘Şükranım yerinde mi? Görüşmek istediğimi bildirin.’ … Tufan’m adı; ‘Kocaoğlan’dı. Kocaoğlan aşağı, Kocaoğlan yukarı… Tufan gık diyemezdi bu ayı benzetmesine…’ En güzel ad, Tayfun’un adıydı. Genelde, başında ‘sarı’ sıfatı bulunan her şekilde seslenirdi ona… ‘Sarı fare-sarı çiçek-sarı böcek’… ama, en çok; ‘Sarı Prens’… Köpeklerine bile ad takmıştı ‘Sarı’ diye… Kimse, onun ilk adını hatırlamıyordu artık… Daha bunlar neydi ki?.. Çiçeklerinin adı vardı çiçeklerinin… En sevdiği çiçeği; ‘Küçük Orospu’ydu… Çiçekliğin en üst çemberinde onun saksısı dururdu… Diğerleri, yerlerine razıydı çoktan… Adlarına da… ‘Sakine -ki çok sakin bir çiçekti, Tembel Teneke -ki bir tek çiçek vermek için dört mevsim uyuşuk uyuşuk otururdu saksının içinde… Evin bütün kurallarını Melek koyardı. Ona sorulmadan, onun izni alınmadan hiçbir şey yapılamazdı. Yapılsa ne olurdu sanki? Kıyamet mi kopardı? Bağırır çağırır, kapris mi yapardı? Yoo! Hiç sanmıyorlardı. Ama, ne olacağını da bilmiyorlardı, çünkü, onun iznini almadan, asla!.. Yalnız, arasıra, o da terbiye etmek için tabii, aşırıya gittiklerini fark ettiği zaman, küserdi Tayfun’a veya Tufan’a… Üzüntüsünden kahrolurdu kardeşler. Melek, kime küstüyse, öbürüyle konuşarak ona vereceği mesajı gene verir, ama, yine kendiliğinden barışacağı saate kadar, hiçbir türlü özrü kabul etmezdi. Küskünlüğündeki ürkütücü, yalnız bırakıcı kararlılık ve soğukluk yüzünden, zaten gidip kolay kolay özür de dileyemezlerdi. Beklerlerdi ki, anneleri kendiliğinden onlarla konuşmaya başlasın. Reis oydu. Bilirkişi, öğretmen, sevgili, anne, eş, köpeğin sahibi, kalplerinin sahibi, ne varsa, hepsinin sahibi oydu. Kimsenin de halinden şikâyeti yoktu. Kafesinden memnun kanaryalar gibiydi her biri. Tellerse, Melek îsmailoğlu’nun kuralları. Evdeki her hatıra, onu yüceltmeye yarardı, ama o yücel-tilmeye de zaten ihtiyaç duymazdı. Özel bir kadındı babanın deyimiyle, güzel bir kadındı Tufan ağabeyin deyimiyle ve Melek Anne’ydi, Tayfun’un deyimiyle. Hepsinin deyimiyle ise, o onların her şeyiydi. ‘Hiç unutmayın çocuklar.’ derdi babaları. ‘Anneniz, açlığın sefaletini tokluğun rezaletine tercih etmiş bir kadındır. Bakın size anlatayım…’ Sonra, yüzlerce defa anlattığı o meşhur olayı tekrar anlatmaya başlardı. Melek, bu iltifatlardan sıkılırmış gibi durur, kimi zaman da sıkıldığını açık açık söylerdi, ama, diğerleri, ona karşı gelmek pahasına sürdürürlerdi iltifat bombardımanını. Övmeseler, ayıp etmiş gibi olacaklarından korkarlardı. Melek Ismailoğlu’ydu o… Kuralları koymuş olmasına rağmen, dilediği zaman kaldıran veya kaldırmadan çiğneyip geçen… Sanki yetki, ona ‘hak’tı… Gelgelelim, o bu hakkı elde etmek için parmağını dahi kıpırdatmamıştı. Hak gelip, onun alnına yapışmıştı. Babaları hep öyle derdi. Toplumun kurallarına da karşı çıkardı. Karşı çıkışı ise, gürültüsüz, havasız, kendi halinde olur, böylece etkisi çok daha fazla artardı. Bahçeli evin kuralı, bahçede mangal sefası mı? ‘Hayır. Yapılmayacak!’… Konu kapanırdı… Madem ev bahçeli, köpek de bahçede?.. Yoo… Köpek evde duracak… Mesela; gidilmesi elzem bilinen davetlere ‘gidilmeyecek’ bildirgesi yayınlardı evde. Şükran’ı derhal boyun eğerdi. İsterse o davete gidilmediği takdirde büyük bir iş kaçacak olsun. ‘Gidilmeyecek’ çünkü… Çocuklarının aşılarını diz kapaklarından yaptırırdı… O, tıp kurallarına karşı koyar, Tıp Dünyası ona karşı koyamazdı… ‘Çocuklarımın vücut estetiğini bozmaya hakkınız yok!’… O kadar… Yüksek öğrenim görmüş, ama ev kadını olmayı seçmişti. Seçerdi seçerdi… Kimse ona karışamaz, kimse ona engel olamazdı. Güzelliğiydi belki, karşı koymaya kalkanın nefesini kesen, belki özelliğiydi. Belki cesareti, belki kendisine verilen otoriteyi iade etmeye hiç niyeti yokmuş gibi sahiplenmesiydi. Kimse bilmiyordu. Belki dik başlılığı, küstahlığı, belki affetmeyi bilmeyişi… Kendi babasını reddetmişti Şükran’ım sevmediği için. Şükran Ismailoğlu anlatırdı hep; ‘Adamın tek kusuru beni sevmediğini söylemek olmuş. Vermem dememiş, evlene-mezsiniz dememiş. Ama anneniz demiş ki; beni gerçekten sevseydin, benim sevdiğimi de severdin!’… Bizzat uğraştım babasını bağışlasın diye ama, ne mümkün!’… Sonra bilinen hikâye sil baştan: ‘Anneniz, açlığın sefaletini…’ Tayfun âşıktı annesine. Bunu biliyordu. Hepsi âşıktı ona. Sarı bile âşıktı ama, Tayfun’un aşkı daha başkaydı. Daha çok âşıktı o. Kötü manada bir aşk değildi tabii. Çok iyi, çok güzel bir aşktı. Bambaşka bir aşk. Anne de küçük oğlana biraz fazla maildi. O da ona mı âşıktı ne? Ama Tayfun bunu, masaj seansları haricinde hiç sormazdı. Soracak olsa, sulandıracağından, aşkını üç harfli bir kelimeye mahkûm etmiş olacağından korkardı. Söylenmeyen daha güzel oluyordu genellikle. Zaten Tayfun, Melek Anne’nin de onu ayrı tuttuğunun farkındaydı. Omuzlarına bir tek o masaj yapabilirdi mesela. Tufan denemiş, beğenilmemiş, baba çoktan sınıfta kalmıştı. Belki onlar acıtıyor olabilirlerdi. Ama Tayfun, sever gibi, okşar gibi masaj yapardı. Melek Anne, hep söylerdi bunu. ‘Saatin kaç olduğunu biliyor musun?’ dedi Melek, peçeteyi tabağının altına sıkıştırmaya çalışan Tayfun’a. ‘Kaç?’ Kaşlarını kaldırdı Melek. Ayıplarmış gibi baktı oğluna. ‘Bak gene takmamışsın saatini,’ dedi sitemle. ‘Halbuki, kaç defa rica ettim sana. Zamanını bil, dedim.’ Tayfun, Sarı’ya göz kırpıp sırıttı. Annesinin bugün ona küsmeyeceğini çok iyi biliyordu. ‘Ama anne… sevmiyorum o kocaman saati… kolumda ağırlık yapıyor… oraya buraya çarpıyorum akşama kadar.’ ‘Olsun çocuğum. Yenisi alınıncaya kadar idare et onunla. Eğer kolunda bir saatin olmuş olsaydı, şu anda, arkadaşlarının seni bekleyip durduklarını bilebilirdin mesela.’ Tayfun, aceleyle ağzını sildi. En küçük âşık Sarı, ‘o çocuk’ gidecek diye sevinçli sevinçli kuyruk salladı. ‘Saat kaç sahi?’ dedi, ‘…ha anne?’ Melek, sol bileğini dışa doğru bükerek, minyatür saatinin kadranını Tayfun’a gösterdi. Tayfun, masanın üzerinden uzanıp, ince bileği öptü. Sonra da saate baktı. ‘ÜffF dedi. ‘Amma çok uyumuşum. On iki olmuş nendeyse. İyi ki uyandırmışsın!’ ‘Kaçta toplanacaktınız? Arkadaşların bekleyip bekleyip gitmiş olmasınlar?’ ‘Yok canım,’ dedi Tayfun, yerine yerleşirken. O kadar da geç değil. Saat birde, beni kolejin kapısında bekleyeceklerdi.’ Durup, bir yudum çay aldı ağzına. Yan yan baktı annesine. ‘Hep senin sayende oluyor bu işler,’ dedi. Sarı da, gitmekten vazgeçen çocuğa yan yan baktı. ‘Benim ne alakam var çocuğum?’ Tayfun yine sırıttı. ‘Yuvarlak Masa Oyunu…’ dedi. ‘Hani Nafi’den bahsetmiştim ya sana?’ Yuvarlak Masa Oyunu Melek Anne’nin icadıydı. Tayfun’u onun gözünde ayrıcalıklı olduğuna inandıran ‘Özel’ sırlarıydı bu oyun. İkisinden başka bilen yoktu. Ne Tufan Abi, ne de Şükran Ismailoğlu… ‘Bir çeşit diplomasi…’ demişti annesi, ona oyunu anlatırken… ‘… ama biz buna, oyun diyelim… toplum içinde, seni zor durumda bırakabilecek insanlardan uzak duracak, ama onlara dahi uzak duruyor-muşsun hissini vermeyeceksin… Böylece, en kötüsü bile dostun olmak için can atacak… Çünkü, insan kazanmanın en doğru yolu, suçlarını onların yüzüne vurmamak, ama bu suçu her an, ulu orta, deliliyle birlikte ifşa ediverecekmiş gibi de bir soğuk tehditle onların karşısında dikilmektir… Diplomatlar hep böyle yaparlar… Biliyormuş da söylemi-yormuş gibi dururlar… Senin diplomatlardan farkın, bildiğin halde söylememek olacak… Yani maalesef riyakâr davranacak, karşındakini, her an dürüst olabilme ihtimalin ile korkutacaksın… Kendi içinde ise, dürüst kalmaya özen göstereceksin… Bir tek sen bileceksin ki, o kişinin kusuru asla ifşa edilmeyecektir… ama, o dahi bilmeyecek…’ ‘Hatırladın mı Nafi’yi anne? Ha anne?’ Melek, hoş bir haylazlık akima gelmiş gibi tebessüm etti. ‘Evet,’ dedi, ‘…şu terbiyesiz şakalar yapan çocuk.’ L Hı hı… ona karşı, Yuvarlak Masa’yı oynadım… o kadar ezildi, o kadar suçlu hissetti ki, bana bir kıyak yapabilmenin derdine düştü… beni gruplarına aldırdı… şimdi de o sayede, Ebrugilde şerefime doğumgünü partisi düzenleniyo işte.’ ‘Ne güzel. Bana bundan hiç bahsetmemiştin.’ Tayfun telaşlandı. Kuraldı çünkü. Melek Anne’den hiçbir şey saklanmazdı. ‘Yok,’ dedi, gözlerini kocaman kocaman açıp. ‘Partiden bahsettim de, sebebinden bahsetmedim sadece. Bana kalsa hiç gitmezdim ama…’ ‘Aaa! Ayıp olur o zaman! Davete icabet etmek gerekir.’ ‘Biliyorum. Bir dostluk gösterisi için uğraşmışlar. Reddet-sem ayıp olacak, mecburen kabul ettim artık.’ Çok da iyi etmişsin. Gecikme sarım. Doyduysan kalk da yetiş.’ Tayfun mızmızlandı. ‘Anne… daha bir saatim var… şurdan bi otobüslük yol… biraz daha taktik versene bana… ha anne?., nasıl devam edeyim oyuna?’ Melek saatine baktı. Çocuğun hakkı vardı. ‘Önce şu konuda anlaşalım,’ dedi. ‘Bu oyun, hayatını çizerken izleyebileceğin yollardan sadece bir tanesi. Annen de, sana yol göstermeye kalkacaklardan sadece bir tanesi. Kendi yolunu kendin çizecek ve yol göstericilerden, kurtarıcılardan medet ummayacaksın, tamam mı?’ ‘Tamam. Ben şimdi Nafi’ye nasıl davranayım?’ Melek güldü. Masaya dayadığı dirseklerini, bezgin bir halde indirip, kollarını yanlara sarkıttı. Tayfun, bayılırdı bu figürlere. Annesi, elleriyle kollarıyla ne yaparsa yapsın, sesi ne kadar yükselirse yükselsin, sırtı asla kamburlaşmaz, gökte bir yerleri işaret eden beyaz çenesi asla aşağı düşmezdi. Hayran hayran baktı kadına. Sarı, fırsatı ganimet bilip, sahibinin aşağıya salınan elini burnuyla dürttü. O güzel el, Tayfun’un bile içini bir hoş ederek, köpeğin sarı tüylerinin arasında gezinmeye başladı. ‘Bak şu haylaza!’ dedi. ‘Şimdi ne konuştuk?’ ‘Tamam da anne, oyun çok tuttu. Sen bir sonraki adımı da söyle, gene kendi yolumu kendim çizeyim.’ ‘Söz mü?’ ‘Söz. Erkek sözü.’ Melek, ders anlatmaya hazırlanan bir öğretmen gibi, oturduğu yerde, üstünü başını düzeltti. Bluzunun düğmelerini kontrol etti. Bir elini, bacaklarının üzerinden dizine kadar gezdirerek, haki renkli eteğini düzeltti. ‘Dinle o zaman,’ diye başladı. ‘Hayatta, affedilebilir ve affedilemez kusurlar vardır. Bunların affedilebilmeklik kıstası, kusur kime karşı işlenmişse, onun tarafından tespit edilecek meseledir. Mesela, bana karşı işlenen bir suçta, benim vicdanım, suçlunun cezasının da benim tarafımdan biçilmesi lazım geldiğini söyler. Sana karşı işlenen suçta da, hem mağdur, hem de hâkim olarak, bağışlayıp bağışlamayacağının hükmünü sen vereceksin… Hırlayıp durma Sarı!..’ Tayfun, annesinin ağzının içine bakıyordu. Sarı da. ‘… Eğer affetmişsen, meseleyi ilelebet kapatmalı ve münasebetini eskisi gibi devam ettirmelisin. Burası mühim. Hareketlerinde, eskisinden fazla samimiyet göze çarparsa, karşındaki, suçunun yüzüne vurulduğunu, gebe bırakılmaya çalışıldığını zannedip, alınabilir. Senin büyüklük tasladığını düşünebilir. Bir müddet sonra, oyunu kaybettiğini fark e-dersin. Artık, oynama sırası ona gelmiştir ki, bağışlama kıstasını da tespit edecek olan yine odur… Rolünü çok iyi oynamalısın… İçin başka, dışın başka olmayı bilmelisin…’ Tayfun, her sözü kafasında maddelere ayırarak ve o maddeleri de maddelere ayırarak, beyninin hücrelerine kaydediyordu. g elelim- bağışlanmayacak suçlara… şu olur, bu olur… vicdanında öyle hüküm vermiş, o kişiyi bağışlamamışsın-dır° taktirde, ondan derhal yüz çevir, bu tavrını ona en bariz şekilde hissettir, ama kat’iyyen toplum içinde gururuyla oynama, ona küs durma. Herkes, sizi o ana kadar nasıl biliyorsa, o andan sonra da öyle bilsin. Eğer küser ve onu arkadaşlarının gözü önünde dışlamaya kalkarsan, bunun iki neticesi olur; Birincisi, arkadaş grubunu kaybedersin, çünkü bir kısmı sana hak verirken, bir kısmı da durumu fazla büyüttüğünü düşünerek, onun yanında yer alır. Böylelikle, ne zaman onun da içinde olduğu bir gruba yaklaşacak olsan, birkaç kişinin uzaklaştığını fark edersin. İkincisi, küs ve dışlamış tavrım devam ettirdikçe, suçlu kişiyi, kendi kafasında, mağdur olduğu ve hak etmediği bir zulme maruz bırakıldığı fikrine itersin. Ağır ağır intikam planları yapmaya başlar. İlk falso verdiğin yerde, tepene binmeye hazır bir düşman meydana getirirsin… Sarı, sana hırlama dedim… ne kıskanç köpek oldun sen!’ Sarı, korkarak itaat etti sahibine. Ama o da bu sarı çocukla çok samimi oluyordu. Tayfun, kendisine bir bardak çay doldurdu. Bütün dikkati annesindeydi. Hayran hayran baktı ona. Bilmiyordu ki, o oyunu, akşama doğru annesine karşı oynayacak!.. … Halbuki, ilişkiyi mesafeli devam ettirirsen, bundan sen kazançlı çıkarsın. Kişi, her zaman, gözüne girmek, kendini bağışlatmak için fırsat kollar. Kulağına gelsin diye, seni diğerlerinin yanında över, yüceltir… Kimi zaman da, kendini affedilmek uğruna ayaklarının dibine atar, yalvar yakar olur… Ben asıl böylelerinden korkmak gerektiğini düşünürüm… Bir insan, günahına bile sahip çıkmalı ve yaptığı şeyden dolayı pişmanlık duymamalıdır… Onursuz, haysiyetsiz şekilde, karşında affedilmek uğruna küçülmeye razı gelen, bil ki, ilk fırsatta aynı şeyi veya daha beterini yine yapacaktır… Seninkiler böyle mi yaptılar yoksa?.. Ondan mı gitmekte nazlanıyorsun biraz? Eğer ondansa…’ Tayfun, dayanamayıp annesinin sözünü kesti: ‘Yok anne!.. Nafi, her zamanki Nafi… ama ben anladım tabii, beni yeniden kazanmak için akla karayı seçti…’ ‘Ama, netice önemli. Verdiğin hüküm değişti mi?’ Tayfun, değişmesinden yanaydı aslında. Nafi sert çocuktu. Basketçiydi ve acayip çevresi vardı. Okulun en hızlı grubunun manevi reisiydi. Daha fazla naza çekmeden yaklaşmayı tercih ederdi, ama oyun öyle demiyordu. Biraz da annesinin gözüne girmek için, gururla dikti başını. ‘Hayır,’ dedi. ‘Pantolonuma sakız yapıştırmasını affedemiyorum.’ ‘Tamam… o halde, mesafeyi koruman lazım. Bunu yaparken çok dikkat et. Varmak istediğin netice, bir daha sana o tür şakalar yapamamasıdır, başka bir şey değil. Mesafeyi ona göre ayarla.’ ‘Peki, bugün ne yapayım mesela?’ ‘Bugün zaten kalabalıkta biraraya geleceksiniz. Her zamanki halin neyse, öyle davran. Baş başa kaldığınız zamanlarda da, ona buzların çözüldüğünü belli et, iyi dost olmaya çalış, ama bu defa, ilk fırsatta konuyu aç ve hassasiyetinin haritasını ona çiz. Seni daha çok takdir edecektir.’ Gözleri parlıyordu Tayfun’un. ‘Harika!’ dedi. ‘Başka yollardan bana ne! Ben bu yolu izlerim.’ Melek, bunu biliyordu zaten. Sarı’nm kafasını kaşıdı. ‘Bu senin kararın,’ dedi. ‘Ben kendi adıma, hep bu yolu izlediğim halde, yine de en emin yolun bu olup olmadığını bilemem.’ Tayfun, biraz bozuldu bu işe. Annesinin her şeyi biliyor olmasını tercih ederdi şahsen! ‘Niye?’ dedi cırtlak sesiyle. ‘Sonuç ortada işte!’ ‘Bilemem. Daha sert bir tarz, veyahut çok çok daha mülayim bir tarz, veyahut bunların da dışında bir tarz daha makul neticeler verebilir. Benim söylediğim, benim doğru bildiğimden ibaret. Sen gene de ne zaman olursa olsun, bu oyunu oynamadan önce, başka bir yol da bulunabileceğini akimdan çıkarma. Belki bağışlayıvermek en güzelidir. Denemediğim için bilemiyorum.’ Tayfun, gururlandı. ‘Sen hiç bağışlamaz mısın?’ dedi. Melek, kafasını iki tarafa salladı ağır ağır. ‘Maalesef…’ dedi. ‘Bu bir fazilet değil muhakkak, ama bir kusur, cürmünü aştığı anda, affetmek kabiliyetimi kaybediyorum… Eğer o kişi çok lazımsa, ona hayatım boyunca oyun oynayıp duruyorum…’ Oyunu biliyordu Tayfun. Şu malum diplomasi provası. Annesinden iyi kim oynayabilirdi onu? Mucidi oydu bir kere. Ama, ailesine karşı asla oynamazdı Melek Anne! Bunu da iyi biliyordu Tayfun. Annesinin, koyduğu halde çiğnemediği tek kural, aile içi açıklık ve dürüstlük kuralıydı. Aile fertlerine karşı, iç başka, dış başka olunmazdı. Konuşmanın bundan sonraki seyrini de iyi biliyordu Tayfun. Nasihat, nasihat, nasihat… ‘Sen sen ol, aklını vicdanına, vicdanını aklına hâkim kılma. İkisini dengede tut. Kimsenin sana akıl öğretmesine izin verme, öğreten annen bile olsa. Kimin aklıyla hareket edersen et, kendi yaptığının hesabını verirsin… sen sen ol… sen sen ol…’ Kararım çoktan vermişti Tayfun. Annesi ne derse desin, annesini dinlemeyecek ve annesinin çizdiği yolda ilerleyecekti. Annesi ne dese boştu. Saat kaç oldu?’ diye sorarak, kabaca kesti kadının sözünü. Melek, çocuğun canını sıktığını düşündü. Aniden hatırlamış gibi jestler yaparak, saatine baktı. ‘Ooo!’ dedi. ‘Yarım saatin kalmış. Hadi fırla.’ ‘Omzuna masaj yapmadan mı?’ Melek, buna hiç dayanamazdı. Sarı da. Hemen havladı. ‘Ama gecikirsen?’ dedi Melek, hevesli hevesli. ‘Sen karışma Sarı! Otur!’ Sarı derhal boyun eğdi. ‘Olsuun… taksiyle giderim.’ ‘Eh… yap bari biraz.’ Kalkıp, San’nın bütün direnmelerine rağmen, annesinin kulunçlarım kırdı Tayfun. Kimse, babası bile, bu noktaları onun kadar şefkatle, sevgiyle bulup ovamazdı. Annesi, her defasında söylerdi. ‘Senin ellerin başka. Tılsımlı değneğin su bulduğu gibi buluyorsun kuluncu. Arkamdan yaklaşan bir milyon kişinin içinden, dokunanın sen olduğunu anlarım.’ O da arkasından ne duyacağını bile bile sorardı: ‘Sana çok dokunan var mı ki?’ ‘Ne münasebet? Hiç kimse senin yaklaştığın kadar yakla-şamaz bana.’ Tayfun da, hayattaki en büyük rakibini hatırlayıp, iç çekerek sorardı tekrar: ‘Ya babam?’ ‘Baban bana emanet… ama sen başkasın… görmüyor musun?’ ‘Neyi anne?’ ‘Sen benim sarımsın… Sarı Prens’imsin… biricik aşkınısın… göremiyor musun bunu?’ Bunu duymak için ölürdü Tayfun. Hiç olmazsa bir kere-cik daha… ‘Neyinim neyinim?’ ‘Aşkınısın… Küçük, sarı aşkımsm…’ Hep gözleri dolardı o zaman Tayfun’un. Yutkunur, güçlükle konuşurdu. ‘Sen de benim aşkımsm anne… ha anne?’ Masajın başlamasına olduğu gibi, bitmesine de evin tek karar mercii karar verirdi. ‘Ellerine sağlık sarım. Hadi artık. Gecikme çocuğum.’ ‘Valla yorulmadım daha.’ ‘Hadi Sarı Prens’im benim. Biliyorum, hiç yorulmazsın sen, ama gecikeceksin bu gidişle, arkadaşlarına karşı ayıp olacak.’ ‘Üff! ’

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir