Nedim Gursel – Allahin Kizlari

Dinle! Gökte yıldızların yerde kayaların fısıltısını dinle! Dağlar geceleyin uğuldar, onların uğultusunu dinle! Sonsuzluğun sesini. Akıp giden rüzgârın dallarda hışırtısını, akmayıp da kuyunun dibinde damla damla biriken suyun şıpırtısını, uzakta kabarıp coşan ak köpüklü dalgaların gümbürtüsünü dinle. Güneş yakar kum paklar. Onların da sesinisözünü dinle! Önce Söz yoktu, hayır. Önce bu kum denizi, bu taşlar, bulutsuz mavi gökte yakıcı güneş vardı. Önce bulut, önce yağmur, önce dağlar ve yıldızlı gökyüzü vardı. Tüm cansız varlıkların sesi nefesi vardı. Söz sonra geldi, topraktan, kumdan, çakıldan ve sudan, suyun oyduğu vadilerden çok sonra. Yılan ve çıyanlardan, hançer yapraklı ulu ağaçlardan, kurda kuşa yem olan börtü böcekten de sonra, karıncalarla atmacalardan. Onlardan çok sonra, insan yaratılıp halk olanda. Yine de önce Söz vardı, çünkü her şey Söz’le başladı, Allah’ın adıyla. Adlarıyla. Zatı tüm sıfatlardan münezzeh Allah’ın. Öncesiz ve sonrasız zamanda varolan rahman ve rahim Allah’ın. Yaratılmadan yaratan, doğmadan ve doğurmadan tek kalan, gizli bir deϔineyken bilinmek isteyen, alemlerin Rabbi, kıyamet gününün sahibi Cenabı Hakk’ın adıyla. Ama bir zaman oldu Allah’ın kızları da vardı. Burada, bu göğün, bu güneşin, bu buharın altında; bu kayalık tepenin yamacında, bu yolun, yolların bitiminde. Allah’ın kızları El Lat, El Uzza ve El Manat. Onları da dinle! Onların sesini. Bahtiyar ve bahtsız Arabistan Şimdi, yıllar sonra, çok uzun bir zamandan, zamanlardan sonra hayal edebilirsin. Aradan geçen nice günlerden, aylardan, mevsimlerden sonra. Akan kandan, akıtılan kanlardan, barış ve savaşlardan, aşktan, ateşten bir gömlek gibi tene giyilen, teni acıtan, teni yakan aşklardan sonra. Kara sevdalardan. Odžlüm ve ayrılıktan, hele ayrılıktan, ölümden beter ayrılıktan, ayrılıklardan sonra. Inǚ san yoktu. Daha doğrusu vardı da Tanrı katındaydı. O’nun varlığıyla var olmuş, O’nda hayat bulmuştu. O’nda erimiş, O’nda yok olmuştu. Ama Ta sıkıldı, kendi yalnızlığından, gücünden, öfke ve sevgisinden sıkıldı. Bilinmek istedi. Önce âlemi, âlemleri yarattı, sonra insanı. Melekler ve şeytan, iyilik ve kötülük de O’nun katındaydılar; yeri ve gökleri yaratırken melekler ile şeytanı, cinler ile perileri de yarattı, ama yalnızca insanı halk eyleyip cennete koydu. Orada, sonsuz bir mutluluktaydı insan, kadın ve erkek iki ayrı mahlûktu. Günahsız, çıplak ve ölümsüzdü. Şeytanın iğvasına uyup yasak meyveyi yemeseydi hep orada kalacaktı. Bu cehenneme, bu cennete, kızıl kanların dalgalandığı, bir deniz gibi yayılıp sonsuza uzandığı bu yöreye böyle perişan, korunmasız, böyle çarnaçar düşmeyecekti. Aç haritayı bak! Denizleri, kıtaları, dağlar ile ırmakları ser önüne, Udžlkeler peş peşe dizilsin, insanoğlunun serüvenini bir akarsu anlatsın durup dinlenmeden, bulanıp kirlenmeden. Yerküreyi çevir kendi yörüngesinde, doğudan batıya doğru. Göreceksin. Kuzey Yarıküre’de, iki dar denizin arasında yukarıdaki üçüncüdenize bir çamaşır gibi asılmış, kurudukça kurumuş, suyu çekildikçe katılaşıp sertleşmiş, batı kıyısında sönük volkanları, granit ve taşlarıyla dikleşen, doğuya doğru bir sessizlik, bir yokluk ve kimsesizlik abidesi gibi dümdüz, taşları, kumları, kuraklığı ve deli rüzgârıyla uzanan, dalga dalga kum tepeleriyle yayılan o yarımadayı, Arabistan’ı göreceksin. Bahtiyar ve bahtsız Arabistan’ı, altında Yemen ile üstündeki Sina’yı, sağındaki körfez ile solundaki Kızıldeniz’i. Ve kıyı boyunca suyu topraktan, denizi karadan ayıran, aralarına aşılmaz bir engel gibi kayalardan perde çeken, kuzeye doğru set set alçalan dağları. O dağların gizlediği bir vadinin koynundaki kenti, Mekke’yi. Evet, orada, gün boyu güneşin yakıp kavurduğu, gece ayazın sarıp sarmaladığı çıplak yamaçların eteğinde bir kara noktadır. Tanrı yeryüzünü yaratmadan önce yemyeşil bir töz yaratmış, sonra bu töz su olup akmaya, Tanrı korkusundan yücelip taşmaya başlamıştı ya, işte o suyun üzerinde beliren ilk toprak olduğundan adı “Udžmmü’l-Kura”, yani yerler anasıdır. Bedenin tam ortasında bir göbek, belki bir meme ucudur. Tanrı “Kün!” diye buyurduğunda, kâf nuna değer değmez ilk olan, sonra çevresindeki dağlarla mıhlanıp sağlamlaştırılan ece kenttir. Devasa bir siyah küpün çevresine yuvalanmış kerpiç evler ile Zemzem adı verilen kuyudan ibarettir. Kuyunun suyu cennetten gelse de bulanık ve acıdır, biraz da kekremsi, Kevser tadında. Yağmur almayan bu yörede en büyük nimettir su, ama yılda bir belki iki kez, rüzgârın sürükleyip getirdiği bulutlar dağların üzerinde toplanıp şimşekler çaktığında, sağanaktan göz gözü görmez olur. Dam saçak demeden indirir yağmur, sel suları taşların ufunetini almakla yetinmez, kendilerine bir yol bulup yıldırım hızıyla iner kayalık yamaçlardan, sokaklar çamura batar. Inǚ sanlar ve hayvanlar da. Kentin ortasındaki, çok eski zamanlardan kalma tapınak da. Ibǚ rahim Peygamberin elinden çıkmış da olsa, onun emeği, onun alın teriyle yoğrulmuş da olsa, Kâbe’yi de su basar, içindeki putlar ile heykelleri, tanrılar ile tanrıçaları da. Işǚ te o zaman putlar aralarında konuşurlar. Fırtına dinip sel suları tapınaktan çekilince, sokaklar ve avlular eski konumlarını, fırtınadan önceki kıvamlarını bulunca, insanlar işlerine hayvanlar sahiplerine dönünce, devasa küpün karanlığında, gökte bir yıldız kayar yerde toprak uğuldarken Kâbe’nin sessiz boşluğunu bir anda fısıltılar doldurur. Tanrı’nın sesini duymadan, O’nun sözüyle uyanmadan önce bu fısıltıları dinle. Lat, Uzza ve Manat’ın anlattıklarını. Lat Taif’ten alıp getirdiler, buraya koydular beni. Taif Hicaz’ın dört güzelleri arasında en çekici, en verimli, en şehvetli olanıdır. Gerçi Yesrib de bir vahadır, suyu ve develeri boldur, Mekke gibi kervan yolunun üzerindedir, Hayber ise hurması ve kalesiyle ünlüdür, ama Taif’i hiçbirine değişmem. Bu kent çocukluğum, gençliğimdi benim, şimdi de genç sayılırım, zaten ilaheler yaşlanmaz, onlar hep tasarlandıkları, putlaştırıldıkları, sevilip okşandıkları yaştadır, ne bileyim oradayken sanki daha güzel, daha kutsal, çok daha neşeliydim. Gelen gidenim boldu. Gülüp eğlendirenim de. Tüccarlar getirdikleri değerli taşları, kehribar, yeşim, yakut, gümüş ve altınları sunmadan, ayağımın dibinde kurban kesip çıplak bedenimi ipek kumaşlara sarmadan önce başlarından geçenleri anlatırlardı. Gördükleri uzak yerleri, kuzeyin kimyon ve tarçın, güneyin buram buram gül kokan kentlerini, suda yüzen periler ile çölde ateş yakan cinleri, dağ başlarını tutmuş korkunç devler ile uysal develeri. Yalnızca sadık rahiplerim, hayranlarım ve bana kurban sunan kullarım yoktu, fahişelerim de vardı. Odžnümde sevişirlerdi uzak yoldan gelen yabancılarla. Çıplak bedenlerini zeytinyağıyla ovarlar, mahrem yerlerini önümde açıp yakarırlardı. Bir defasında yaşlı ve yorgun bir Bedevi geldi. Yüzü bir tuhaf, sakalı bakır rengindeydi. Şehvetle ışıldıyordu gözleri. Kuşağından bir kutu çıkardı, önümde secdeye vardıktan sonra kutunun kapağını açıp gitti. Baktım taş bir zeker köşeye büzülmüş, hayata küsmüş, öyle melül mahzun duruyor. Bir dokunuşta diriltip üzerine oturdum. O içimdeyken yaşadığımı, canlanıp ölümlülerin arasına karıştığımı hissettim bir an. Bedenimdeki ısınma hep böyle sürsün hiç bitmesin istedim. Bana verilen sunular içinde kuşkusuz en değerlisiydi. En hoşuma gideni de. Kimse görmeden alıp sakladım. Yalnızken o sunuyla oldum hep, onu gövdemin bir parçası, kadınlık uzvumun en yakın yoldaşı yaptım. Buraya getirilip Hubel’le evlendirilinceye kadar hiç ayırmadım yanımdan. Bir gün Taif’teki tapınağımdan alıp Allah’ın Evi diye bilinen bu karanlık, alçak tavanlı küpün köşesinde bir yere attılar. Orada mutluydum, elimin altında taş hediyem, hayranlarım nezdinde saygınlığım vardı. Burada Hubel’in yanında sönük kaldığımı, ona tapanların beni yok saydıklarını biliyorum. Hem Hubel’in bir başka eşi daha var: Uzza. Yazın bana sokuluyor tenimde Taif’in serinliğini bulduğu, çok eski zamanlarda Suriye derler o uzak ülkenin kadınlarına bağışladığım ay ışığını yüzümde seyredebildiği için; kışınsa Uzza’nın koynuna giriyor, ne de olsa Kureyş’in gözdesi o, bir odun parçasından ibaret, ama çöl güneşi kadar parlak ve yakıcı. Taif yeşil bir cennetti, burası karanlık ve sıcak bir cehennem. Hicaz’ın bostanı denilen o yeşil vadiden sonra yeni yerimi yadırgamadım desem yalan olur. Ibǚ rahim’in soyundan gelenlerden başka ne bekleyebilirdim ki! Görünüşte hayranlar bana, önümde secde edip tapıyorlar. Onlar için bu dünya ile öbürüarasında bir yerdeyim, bir köprüyüm belki. Ya da Allah’a ulaşmanın bir aracı. Ama yalnızca görünüşte öyle. Gerçekte içlerinden birinin, buraya beni görmeye, makamıma yüz sürmeye gelen hacıların güvenliğinden sorumlu Abdulmuttalib’in yüzünü çoktan başka yere çevirdiğini, beni yok saydığını, hatta varlığımdan bile tedirgin olduğunu biliyorum. Artık biliyorum. Hacılardan çekinmese Ibǚ rahim’in izinden gidecek o da, kendine yeni bir Tanrı, tek bir Tanrı bulup ona sığınacak. Ona teslim olacak. Her şeyi bilen, gören ve işiten Allah’ın yanında bize gerek kalmayacağını seziyor. Allah’ın babamız sayılamayacağını, gerçekte O’nun kızları olmadığımızı da. Oysa ayet inmedi gökten, henüz inmedi. “Cinleri –O yaratmışken– kâϐirler Allah’a ortak koştular. Körü körüne O’na oğullar ve kızlar uydurdular” diyecek olan doğmadı daha. Ama onun dedesi Abdulmuttalib’in yüzünde sanki bu ayetin ilk izleri var. Onun için tapmıyor bana, her gelişinde yüzünü, sanki bir şey ararmış gibi hep yukarıya, gökyüzüne çeviriyor. Bir zamanlar İbrahim’in yaptığı gibi.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir