Günümüz insanı için yaşadığı özel hayat bile içinden çıkılması güç bilinmezliklerle doludur. Gündelik hayatında karşılaştığı güçlüklerle baş edemediğini gören sıradan insan, bu duygusunda haklıdır da: Sıradan insanın bilebildikleri, kavrayışı, güç ve iktidarı işinin, ailesinin ve komşuluk ilişkilerinin dar kalıplarıyla sınırlıdır; toplumdaki diğer hayat kesimlerinde ise, sıradan insanın alışık olmadığı, yaşamadığı bir hayat yaşanmaktadır. Toplumsal hayatın bu kesiminde sıradan insan olan bitenlerin seyircisi durumundadır. Toplumsal hayatın bu kesiminde geçerli olan ihtiraslar ve sorunlar, sıradan insanın toplumsal hayat kesimine doğru yayıldıkça, bireyin toplumsal yaşam karşısındaki şaşkınlığı ve güçsüzlüğü de artmaktadır. Çağdaş insanın bu güçsüzlük ve şaşkınlık duygularının temelinde kişisel nitelikte olmayan, günümüzde kıta genişliğine varmış toplumların sosyal yapılarında oluşan değişimler bulunmaktadır. Çağdaş tarih ve bu tarihin olguları, bir bakıma, “birey” dediğimiz varlıkların başarılarını ve başarısızlıklarını da yansıtmaktadır. Toplum sanayileşmiş bir toplum biçimine geçince, köylü bireyden işçi birey olmakta; feodal bey ise ya silinip ortadan kalkmakta, ya da işadamı olmaktadır. Bir toplumsal sınıfın durumunun iyiye ya da kötüye gidişi, bireyin iş bulup çalışabilmesini ya da çalışamamasını belirleyebilmektedir. Toplum bir savaşla karşı karşıya kaldığında, o güne dek sigorta memurluğu yapan bir birey roket bataryasında görev almakta; tezgâhtarken radarcı olmakta; kadınlar kocalarından yoksun yaşamaya, çocuklar babasız bir aile ortamında büyümeye başlamaktadırlar. Görülüyor ki, toplumu ve bireyi birlikte ele almadıkça, ne bireyin hayatını, ne de toplumun tarihini tam kavrayabiliriz. Ne var ki, genellikle, insanlar karşılaştıkları sorunları, güçlükleri, felaketleri tarihsel değişmeler ya da kurumsal çelişkiler ve çatışkılar açısından düşünüp değerlendirmemektedirler. Esenlik ve mutluluk içinde yaşadıklarında, bunun toplumun o günkü durumu sayesinde olduğunu fark etmemektedirler. Sürdürdükleri yaşam biçimi ile dünya tarihinin gelişim çizgisi arasında ne denli yoğun ve karmaşık bir bağıntı olduğunu kavrayamamaktadırlar. Birey olarak yaşadıkları tarih döneminde oluşturacakları insan türünün belirlenmesinde, oluşumunda yer aldıkları tarihin biçimlendirilmesinde bu iki değişken arasındaki ilişkilerin ne denli önem taşıdığını kavrayamamaktadırlar. Günümüz toplumunda sıradan insanlar bireyle toplum, biyografi ile tarih bireyin kendisi ile dışındaki dünya arasındaki bu karşılıklı etkileşimleri sezecek, anlayacak düşünsel yeteneği kazanabilmiş değillerdir. Bu nedenle de, birey olarak karşı karşıya kaldıkları sorunları, güçlükleri, felaketleri temellerindeki yapısal biçim-değişimleri açısından ele alıp değerlendirememektedirler. Aslında bunların şaşılacak, anlaşılması güç bir yanı yoktur. Tarihin hangi döneminde bu denli kapsamlı ve yıldırım hızıyla gerçekleşmekte olan değişimlerle karşılaşılmıştır? Hele Amerikan toplumunda yaşayanlar, diğer toplumlarda yaşayanların bugün hızla “tarih” olmuş olgular saydığı olgulara benzeyen böylesine katastrof niteliği taşıyan olgularla hiç karşılaşmamışlardır. Günümüzde, nerede olursa olsun, insanoğlunu etkileyen tarih artık düpedüz dünyanın da tarihi olma niteliğini kazanmış bulunmaktadır. Günümüzün bu ortamında, yaşadığınız şu dönemde tek bir kuşağın yaşam süresi içinde insanlığın altıda biri feodal ve geri bir toplumsal yaşantıdan koparak modern, ileri, ama ürküntü verici yepyeni bir yaşantı çizgisine geçmiştir. Sömürgelere siyasal bağımsızlık tanınmış; emperyalizm yeni ve daha az göze batan bir biçim almıştır. Bu dönemde devrimler olmuş ve olmaktadır; insanların yeni yeni otoritelerce çevrilip kuşatıldıklarını görmektedirler. Ortaya totaliteryan toplumlar çıkmakta; bazıları yıkılıp paralanmakta, bazıları ise dev büyüklükleri ile varlıklarını sürdürmektedir. iki yüzyıllık bir geçmişe dayanan kapitalizmin, toplumları sanayileşmiş toplum yapısına eriştirmekte tek yol olmadığı; kapitalizmin bu konuda izlenebilecek yollardan sadece birini oluşturduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Umut dolu iki yüzyıllık bir dönemden sonra, biçimsel demokrasi bile insanlığın ancak çok küçük bir bölümü içinde sınırlı kalmıştır. Geri kalmış ülkelerde ise, eski ve köhne yaşam biçimi meydanı terk etmeye; kitleler, ne olduğu tam olarak açıklığa kavuşturulamamış yeni yeni istemler ve umutlar peşinde koşmaya başlamışlardır. Geri kalmış ülkelerin hepsinde de otorite ve şiddet kullanımının araç ve kurumlan kapsamları yönünden total, biçimleri yönünden ise bürokratik bir nitelik kazanmışlardır. İnsanlığın geleceğini etkileyecek nitelikteki kararların alındığı günümüzde, iki uçta yer alan iki süper-devlet tüm güçlerini eşgüdümleşerek, ellerindeki akıl almaz güce güvenerek yeni bir dünya savaşının hazırlıkları ile uğraşmaktadırlar. Tarihin günümüzde biçimlenme hızının çok artması nedeniyle, insanın kendince üstün tuttuğu değerlere göre kendini değiştirmesine; bu yeni değerlere denk bir kişilik kazanmasına olanak kalmamış bulunmaktadır. Ayrıca, bu hızlı değişim süreci içinde, bireyin ne gibi değerleri üstün tutacağını ve ne gibi değerlere bağlanması gerektiğini anlaması da güçleşmektedir. Bireyler, bu durumda, panik ölçüsünde bir şaşkınlıkla karşılaşmasalar bile, eski duyguların, eski düşüncelerin çöküp gittiğini her an duyup yaşamakta; hiçbir zaman normal bir durgunluk ve dinlenginlik kazanmamaktadırlar. Bu nedenle, çağdaş insanın birden bire önüne çıkan bu yeni dünya karşısında kendini güçsüz hissetmesine şaşmamak gerekmektedir. Günümüz insanı, yaşadığı tarih döneminin kendi hayatı açısından taşıdığı anlamı kavrayamamaktadır. Kendi özdenliğini korumak için moral duyarlığını yitirmekte; kendi özel yaşamının dışındakiler ile, kendinden başkaları ile ilgilenmemeyi tek çıkar yol saymaktadırlar. Bu durumda da, kendini yalnızlık içinde hissetmekte; içine düştüğü bu kapan karşısında yılgınlığa, umutsuzluğa sürüklenmektedir. Çağdaş insanın bu durumdan kurtulmasına çeşitli yerlerden edindiği bilgiler de yetmemektedir. Yaşadığımız Gerçekler Çağında, bireylere yöneltilen bilgiler, çoğu kez, bireyin canlı tutabileceği dikkati üzerinde de başat duruma geçmekte; bireyin özümseyemeyeceği bir hacme ulaşmaktadırlar. Diğer yandan, gene çağdaş insanın düşünce yeteneklerini geliştirmesi de buna yetmemektedir. Bu alandaki çabaları, kişinin sınırlı moral enerjisinin tükenmesinden başka bir sonuç vermemektedir. Günümüz insanının gereksindiği şey, kendisinin dışındaki dünyada ve kendi benliğinde olup bitenleri anlamasını sağlayacak düşünsel bir nitelik kazanmak; böylece, önünde bulduğu bilgilerden bu amaçla yararlanabilmek için gelişkin bir düşünce düzeyince çıkabilecek duruma gelebilmektedir. Bu düşünsel niteliği ise, gazeteciler, bilim adamları, sanatçılar, okuyucular, yayınevi sahipleri, daha iyi anlasınlar diye toplumbilimsel düşün (imgelem, muhayyele, imagination) yeteneği olarak tanımlamak istiyorum. 1 Toplumbilimsel düşün yeteneğine sahip olanlar tarihsel dönemlere ve bu dönemlerin olgularına, bunların değişik ve çok sayıdaki insanın iç yaşam ve dışsal kariyerleri açısından taşıdığı anlamlar yönünden bakabilme yeteneği kazanmışlardır. Toplumbilimsel düşün yeteneğine sahip olanlar, insanların yaşadıkları gündelik hayatın keşmekeşi içinde kendi toplumsal konumları (pozisyon) hakkında nasıl yanlış ve yanıltıcı bir bilinçsizlik içinde bulunduklarını göz önünde tutmak gerektiğini bilirler. Modern toplumun çerçevesi ve iskeleti işte bu keşmekeş içinde oluşmakta; çeşit çeşit bireylerin psikolojileri gene bu keşmekeş içinde değerlendirilmekte, formüle edilmektedir. Bireylerin kişisel huzursuzluklarının toplumda açıkça görülen sorunlar olarak değerlendirilmesinde, kamunun içinde bulunduğu ilgisizlik ve kayıtsızlığın kaldırılıp, kamusal sorunlara karşı ilgi duymasını sağlamakta da gene bunlardan yararlanılmaktadır. Toplumbilimsel düşün yeteneğine sahip olan bir kimsenin bu yeteneği aracılığı ile varacağı ilk sonuç bu, aynı zamanda, toplumbilimsel düşüncenin temelini oluşturan toplum biliminden alınacak ilk ders olmaktadır insanın kendi yaşamının anlamını kavrayabilmesi ve geleceğini görebilmesi için, bizzat kendisini de yaşadığı tarih dönemi içinde ele alması; ve hayatta yararlanabileceği olanakların farkına varabilmesi için, farklı toplumsal koşul ve konumda yaşayan diğer insanların durumlarını da görebilmesi, bilmesi gerektiğidir. Bu, bazı bakımdan ibret verici nitelikte, bazı bakımlardan da çok aydınlatıcı bir ders olmaktadır, insanın yücelme ya da düşmüşlük umutluluk ya da umutsuzluk konusunda, zulümden zevk duyma sapıklığında, ya da aklın güzel ölçülüğünde nerelere kadar gidebileceğini, neler yapabileceğini tam olarak bilmiyoruz. Fakat bugün için bildiğimiz bir şey varsa o da şudur ki, “insan doğası” denen şey ürküntü verecek kadar geniş; içinde her şeye yer verecek kadar büyük bir şeydir. Bugün biliyoruz ki, kuşaktan kuşağa, insanoğlu şu ya da bu tür bir toplumda yaşamakta; her insan belirli bir biyografi oluşturmakta, bu biyografisini tarihin belli bir diliminde yazıp noktalamaktadır, işte bu küçük ömürcüğü iledir ki, nedenli küçük ölçüler içinde olursa olsun, toplumunun ve tarihsel durumunun ürünü olan insanoğlu, aynı anda yaşadığı toplumun biçimlenişine de katkıda bulunmuş olmaktadır. Tarihle biyografiyi kavramak, bu ikisi arasındaki ilişkileri anlayabilmek için de toplumbilimsel düşünceye sahip olmamız gerekmektedir. Bu kitaptaki uğraşımız ve temel sorunumuz da budur. Böyle bir uğraşıyı yüklenmek, böyle bir sorunu temel sorun olarak benimsemek klasik toplumsal irdelemeciliğin işi sayılabilir. Herbert Spencer gibi tam bir düşünce zenginliği örneği olan düşünürlerin; E.A. Ross gibi haksızlığa kafa tutmayı seven, doğrucunun doğrucusu toplumbilimcilerin; August Comte ve Emile Durkheim’ ın; karmaşık ve gelişkin Kari Mannheim’ın özelliğidir bu. Böylesi konularla uğraşmak Karl Marx’in düşünsel yetkinliğinde, Thorstein Veblen’in alaycı ama çok zekice yazılmış eserlerinde; Joseph Schumpeter’in çok yönlü gerçeklik kurgulamalarında; W.E.H. Lecky’nin psikolojik yönden yeniliklerle dolu eserlerinde; Marx Weber’in açık ve güçlü anlatımında da temel tutum olmaktadır. İnsan ve toplum üzerine yapılmış değerli çağdaş araştırma ve incelemelerin hepsinde bu tutum görülmektedir: İnsan ve toplumu birlikte ele almak; bunları birlikte değerlendirmek tutumu hepsinde vardır. Biyografi ve tarih sorunlarını ele almayan; toplum içinde bunların kendi aralarındaki bağlantıya önem vermeyen bir toplumsal inceleme ya da araştırma entelektüel yönden yüklenmesi gereken görevi yerine getirmiş sayılamaz. Toplumsal sorunları klasik toplumbilim anlayışıyla ele alan araştırmacıların, incelemek istedikleri toplumsal gerçekliğin sınırları ne denli dar ya da geniş olursa olsun, yaptıkları işi bir temele dayandırabilmek için sürekli olarak şu üç tür soruya cevap aramaları gerekmektedir; (1) inceledikleri toplum, bir bütün olarak, nasıl bir yapıya sahiptir? Toplumun öğeleri nelerdir ve bunlar kendi aralarında birbiriyle nasıl bir bağlantı içine konumianmışlardır? inceleme yaptıkları toplum ile diğer toplumsal düzenler arasında ne gibi farklılıklar vardır? inceleme yaptıkları toplumda, toplumun devamı ve toplumun değişimi açısından, belirli herhangi bir öğe ne gibi bir anlam taşımaktadır? (2) insanlık tarihinde, inceledikleri bu toplumun yeri nedir? İnceledikleri toplumun değişimi nasıl bir mekaniğe sahiptir? Bir tüm olarak insanlığın gelişmesi açıs ın d a n , inceledikleri toplum nasıl bir yere ve anlama sahiptir? İnceledikleri toplumun herhangi bir yanı ya da öğesi, oluştuğu tarih dönemine ne gibi etkilerde bulunmuş, bu dönemin ne gibi etkileri altında kalmıştır? Araştırmacı olarak kendisinin yaşadığı tarih dönemi ile, tarihin diğer dönemleri arasında ne gibi farklılıklar vardır? Yaşadığı dönemin insanlık tarihini oluşturmakta izlediği yolun temel özellikleri nelerdir? (3) Yaşanılan tarih döneminde, içinde yaşanılan toplumda başat insan tipleri nedir? Hangi yeni insan tipleri başat duruma geçmek üzeredir? Bu insanların seçimleri, biçimlendirilmeleri, özgür kılınmaları ya da baskı altında tutulmaları, duyarlı ya da duygusuz kılınmaları hangi yollarla gerçekleştirilmektedir? Yaşanan tarih döneminde, yaşanan toplumda incelenen edimlerden ve karakterlerden ne tür ’’ insan doğaları” ortaya çıkmaktadır? İncelenen her bir toplumsal öğe, bu “insan doğası” açısından ne anlam taşımaktadır? Ele alınan sorunun, ilgilenilen konunun bir büyük devlet, bir aile, bir hapishane, bir dinsel inanç sistemi, ya da bir edebiyat akımı olmasının önemi yoktur; nice toplum bilimciler bu gibi sorunları ele almışlardır. Toplumdaki insanı ele alan klasik çalışmaların entelektüel yönden en yüce örneklerinde hep bunlara benzer sorunlar üzerinde durulmuştur. Toplumbilimsel düşün yeteneği olan her düşünen kafanın üzerinde durmadan yapamayacağı sorunlardır bunlar. Bu tür düşün yeteneği sayesinde aynı soruna değişik perspektiflerden bakılabilmekte; siyasal açıdan olduğu gibi, psikolojik açıdan da soruna bakmak gerektiği anlaşılabilmekte; tek bir ailenin incelenmesiyle yola çıkıldıktan sonra, dünyadaki çeşitli devletlerin ulusal bütçeleri arasında karşılaştırmalar yapılmakta; dinsel eğitim yapan okullardan askeri kuruluşlara ve orduya kadar çeşitli kurumlar üzerinde durulabilmekte; petrol sanayiinden tutun da çağdaş şiire kadar her konu da incelemeler yapılabilmektedir. Toplumbilimsel düşün yeteneği sayesinde, kişisellikle ilgisiz en uzak, en soyut sorunlardan, en kişisel, insanın benliği ile en yakından ilgili sorunlara kadar çok değişik konular ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerine eğilinmektedir. Böyle bir anlayışın temelinde ise, kişinin içinde kendi benliğini ve niteliğini kazandığı toplumu ve kendi tarihsel dönemi içindeki toplumsal ve tarihsel anlamı kavramak tutkusu bulunmaktadır. İnsanoğlu bugün dünyada olup bitenlerin anlamına varmak; toplum içinde biyografi ile tarihin karşılıklı etkileşimi olan kendi içyapısındaki olguları kavramak için istekli ve umutlu ise, bunun da temelinde, gene toplumbilimsel düşün yeteneği vardır. Çağdaş insanın kendisi hakkında, kendisinin dışında biriymiş gibi soğukkanlı bir bilinci varsa, bunun, toplumsal göreceliğin ve tarihin her şeyi değiştirme gücünün tanınması ile bunların olumlu etkileri sayesinde gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Toplumbilimsel düşün yeteneği, insanoğlunun bilirliğinin en verimli ifadesidir. Kafalarında, düşüncelerinde dar ufukları aşmayı denememiş; kendilerinin alışık oldukları kapalı kapıların ardında olup bitenleri görmeye, anlamaya çalışmamış kimseler bile, toplumbilimsel düşün yeteneğine kavuştuktan sonra, düşüncelerinde birden bire aydınlığa çıktıklarını; her şeyi ile bildiklerini sandıkları dış dünyanın kendileri için henüz yepyeni bir dünya olduğunu görmektedirler. Kimi zaman yerinde, kimi zaman yerinde sayılmasa da, toplumbilimsel düşün yeteneği kazananlar, kendilerinin geniş bir anlayış, doğru değerlendirme ve işin özünü yakalama gücüne sahip olduklarını hissetmeye başlamaktalar. Bir zamanlar kendilerine doğru gözüken eski kararlar ve eski yargılar, toplumbilimsel düşün yeteneğini kazandıktan sonra, temelden yanlış ve sakat bir düşünce biçiminin ürünleri olarak görülmeye başlamaktadır. Böylece, gördüklerine sandıklarına şaşarak bakabilme, yeni değerlendirmeler yapabilme canlılığı kazanabilmiş olmaktadırlar. Yeni bir düşünce biçimi kazanmakta, değerlerini yeniden yeniden değerlendirmiş olmakta; kısacası, düşünmeye ve duyarlılık kazanmaya başladıkları anda, sosyal bilimlerin kültürel anlamını da kazanmış olmaktadırlar. 2 Toplumbilimsel düşünce yeteneğinin varlığını gösteren en önemli belirtken, karşılaşılan sorunları bireyin dar yaşam ortamının sorunları olarak gören anlayış ile, bu sorunları toplumsal yapının kamusal sorunları olarak ele alan anlayış arasındaki farklılıktır. Toplumbilimsel düşün yeteneğinin ve sosyal bilimlerde verilmiş tüm klasik eserlerin en seçkin özelliği de bu farklılıklarıdır. Kişisel güçlükler ve sorunlar bireyin kendi karakteri ve diğer insanlarla olan ilişkilerinin ufku içinde ortaya çıkarlar; bireyin kendi benliği ve bireyin dolaysız ilişkiler kurduğu dar toplumsal hayatıyla sınırlıdırlar. Bu nedenle de, kişisel güçlüklerin ve sorunların anlatılması, yazılması, çözümlenmesi biyografik bir varlık olan bireyle, bireyin yakın toplumsal ortamıyla, bireyin dolaysız yaşam deneyimlerine konu olan toplumsal düzenlenimlerle ve bir noktaya kadar da bireyin kendi iradesine bağlı olan faaliyetleriyle sınırlı kalmak durumundadır. Kişisel güçlükler ve sorunlar kişisel ve özeldir; Bu durumlarda birey, kendisinin kıymet verdiği değerlerin tehlike ve tehditler karşısında kaldığını düşünmeye başlar.

Charles Wright Mills – Toplumbilimsel Dusun
PDF Kitap İndir |