Robyn Carr – Virgin River #1 – Aşk Yeniden

Altı yüz nüfuslu Virgin River kasabasında çalışacak bir ebe/uzman hemşire aranıyor. Kaliforniya’nın ulu ağaçları ve ışıl ışıl ırmakları arasında bir fark yaratmak istemez miydiniz? Hem de kulübenize kira ödemeden? Kısa bir süre önce eşini kaybetmiş olan Melinda Monroe bu ilanı görür ve Virgin River adındaki bu uzak dağ kasabasının, yaşadığı gönül yarasından kaçmak ve çok sevdiği hemşirelik mesleğine yeniden tutkuyla bağlanmak için mükemmel bir yer olabileceğine karar verir. Fakat kasabaya ulaştıktan sonra bir saat içerisinde bütün umutları yıkılır: Vadedilen kulübe çöplükten farksızdır, yollar korkunçtur, kasaba doktoru da yanında bir hemşire istememektedir. Çok büyük bir hata yaptığını fark eden Mel, ertesi sabah kasabadan ayrılmaya karar verir. Fakat doktorun ön verandasına terk edilen minik bir bebek bütün planlarını değiştirir… eski bir deniz piyadesi olan Jack Sheridan da değişen bu planlarını iyice pekiştirir. “Okumaya başlar başlamaz karakterlerle aramda güçlü bir bağ oluştu. Kitap hiç bitmesin istedim.” Debbie Macomber “Arkadaşlık, aşk ve aileler hakkında sıcacık, harika bir kitap. Bayıldım!” Susan Elizabeth Phillips Mel gözlerini kısarak önünde uzayan yağmurlu ve karanlık yola baktı. Dar, virajlı, çamurlu ve ağaçlarla çevrili yol karşısında ürpererek, belki de yüzüncü kez, ben aklımı mı kaçırdım? diye düşündü. Tam o esnada BMU^sinin sağ arka tekeri yüksek bir sesle yoldan kayarak bankete, çamurun içine saplandı. Araba sarsılarak durdu. Mel gaza bastı ve tekerleğin döndüğünü duydu ama yerinden kıpırdamıyordu. Bir sonraki düşüncesi, işte şimdi bittim, oldu. Tepe lambasını yakarak cep telefonuna baktı. Bir saat kadar önce otobandan çıkıp dağ yoluna doğru döndüğünde sinyali kaybetmişti. Aslında inanılmaz uzun ağaçlar sinyali önce bozmaya başlayıp, sonra tamamen kestiği sırada kız kardeşi Joey’le oldukça hararetli bir tartışmanın ortasındaydı. “Bunu yaptığına hâlâ inanamıyorum,” diyordu Joey. “Bir noktadan sonra aklın başına gelir diyordum. Bu sana göre değil Mel! Sen küçük kasaba kızı değilsin!” “Öyle mi? Ama görünüşe göre olmak üzereyim; işi kabul ettim Joey ve olur da fikrimi değiştirip geri dönmeye kalkarım diye her şeyi sattım.” “Mazeret izni alamaz miydin? Ya da ne bileyim küçük bir özel hastaneye geçebilirdin belki? Tekrar düşünsen?” Mel, “Her şeyin daha farklı olmasına ihtiyacım var,” dedi. “Artık savaş meydanlarını andıran hastaneler olmayacak. Yani sadece bir tahmin ama, sanırım burada, ormanın ortasında kokain bağımlısı annelerin doğumlarına o kadar fazla çağrılmam. Kadın bu Virgin River denen yerin sessiz, sakin ve güvenli bir yer olduğunu söyledi.” “Ve ormanın dibinde, en yakın Starbucks’tan yüz milyon kilometre uzakta. Maaşını da artık yumurta, domuz paçası ve-” “Ve hastalarımın hiçbiri kelepçeli olarak gelmeyecek. Tedavi yaparken başımda dikilen bir ceza infaz memuru olmayacak.” Mel derin bir nefes aldı, sonra kendini tutamayarak gülmeye başladı. “Tanrım, domuz paçası mı? O-oh, Joey tekrar ağaçların içine giriyorum. Çekmeyebilir…” “Görürsün bak. Üzüleceksin. Pişman olacaksın. Bu çok saçma ve çok aceleyle alınmış-” Sinyal neyse ki t okul binasını, çan kulesi olan kiliseyi, bütün haşmetiyle açmış elma ağaçlarını, orman güllerini ve hatmi çiçeklerini ve elbette üzerinde besi hayvanlarının otladığı geniş çayırları’ gösteren küçük, güzel bir kasabanın resimleriydi bunlar. Üstelik bir de Turta ve Kahve dükkânı, Corner Store adlı bir alışveriş merkezi, küçük ve tek odalı bağımsız bir kütüphane vardı. Ayrıca sözleşmeli olduğu bir yıl boyunca ücretsiz olarak kalabileceği şirin küçük bir kulübesi de olacaktı. Kasaba, Trinity ve Shasta dağ sıralarının üzerine yayılan yüzlerce hektarlık milli orman ve muhteşem servi ağaçlarının eteğine kurulmuştu. Kasabaya adını veren derin, geniş ve uzun Virgin Nehri alabalık, mersinbalığı ve somon balıklarına ev sahipliği yapıyordu. Mel bölgenin resimlerine internetten bakmış ve buranın dünyadaki en güzel yerlerden biri olabileceğini düşünmüştü. Elbette şu anda yağmur, çamur ve karanlıktan başka bir şey göremiyordu. Los Angeles’tan ayrılmayı düşünmeye başladığında özgeçmişini Hemşirelik Kurumu’na yollamıştı. Virgin River konusunu ilk açan, personelden bir kadındı. Kadının söylediğine göre kasabanın doktoru biraz yaşlanmaya başlamıştı ve yardıma ihtiyacı vardı. Kasabadan Hope McCrea isimli bir kadın kulübeyi veriyor ve bir senelik maaşı karşılıyordu. İlçe idaresi de dünyanın bu kırsal ve izole noktasında bir uzman hemşire ve ebe olması için en az bir yıllık mali sorumluluk sigortasını ödüyordu. “Bayan McCrca’ye özgeçmişini ve referans mektuplarını gönderdim,” demişti personeldeki kadın “ve seni istiyor. Belki gidip bir baksan iyi olur.” Mel, Bayan McCrea’nin telefon numarasını almış ve aynı akşam onu aramıştı. Virgin River düşündüğünden de küçük bir yere benziyordu. Bayan McCrea’yle yaptığı yaklaşık bir saatlik telefon görüşmesinden sonra, ertesi sabah L.A.’den ayrılmayı ciddi olarak düşünmeye başlamıştı. Bunların üzerinden daha iki hafta geçmemişti. Kurumdakilerin ya da Virgin River’dakilerin bilmediği şey ise Mel’in zaten Los Angeles’tan uzaklaşmaya ihtiyaç duyduğuydu. Gerçekten çok uzaklara gitmeyi istiyordu. Aylardır temiz bir başlangıç, huzur ve sükûnet peşindeydi. En son ne zaman huzurlu bir gece uykusu uyuduğunu hatırlamıyordu. Bütün semtlere yayılmış yüksek suç oranlarıyla büyük şehrin tehlikeleri ve karmaşası Mel’i tüketmeye başlamıştı. Sadece bankaya ya da alışverişe gitmek düşüncesi bile gerilmesine yetiyordu. Adeta her yerde gizli bir tehlike vardı. Çalıştığı üç bin yataklı ve travma merkezli eyalet hastanesinde sık sık saldırı kurbanlarını tedavi ediyordu. Bir de başlarındaki nöbetçilerle yatağa bağlanan ya da acilde polis nezaretinde tedavi gören, takip sırasında yaralanmış suçlular ya da tutuklular vardı. Mel ruhunun geri kalanının da bu şekilde yaralanıp sakatlandığını hissediyordu. Üstelik bu duyguların boş yatağında hissettiği yalnızlıkla ilgisi bile yoktu. Dostlan bu bilinmeyen küçük kasabaya yerleşme kararından dönmesi için ona resmen yalvarmışlardı. Ama Mel yas grubu terapilerini, bireysel terapiyi denemiş ve son dokuz ayda son on yılda olduğundan daha fazla kiliseye gitmişti; ama hiçbirinin faydası olmuyordu. Düşündüğünde huzur bulduğu tek düşünce insanların kapılarını kilitlemek zorunda olmadığı, tek korkularının sebze bahçesine girecek bir geyik olduğu küçük bir kasabaya kaçma fantezisıydi. Fantezisindeki yer küçük bir cennet bahçesini andırıyordu. Ama şimdi arabasında oturmuş, kabin lambasının ışığı altında resimlere bakarken ne kadar saçma davrandığını fark edebiliyordu. Bayan McCrea ona yanına sadece dayanıklı kıyafetler -kot pantolon ve çizme- almasını söylemişti. Ama kendisi ne yapmıştı? Çizmeleri Stuart Weitzmans, Cole Ha-ans veya Frye markaydı; her çift için 450 doları aşan fiyatlar ödemekte bir sakınca görmemişti. Çiftlik ve tarlalarda yürüyüş için seçtiği kotlar Rock & Republics, Joe’s, Luckys, 7 For Ali Mankind markalarıydı; fiyatları yüz elli ile iki yüz elli dolar arasında değişiyordu. Kuaföre her gittiğinde kesim ve boya için en az üç yüz dolar ödüyordu. Üniversite ve uzman hemşirelik eğitiminde yıllar boyunca idareli davrandıktan sonra uzman hemşire olduğunda maaşının çok iyi olduğunu görmüş ve birden güzel şeyleri çok sevdiğini keşfetmişti. Gününün çoğunu işte beyaz önlüğü içinde geçiriyor ama önlüğünü çıkardığında iyi görünmeyi seviyordu. Balık ve geyiklerin çok etkileneceğinden emindi. Son yarım saatte yoldan sadece eski bir kamyonetin geçtiğini görmüştü. Bayan McCrea onu, bu yolların ne kadar ıssız ve tehlikeli olabileceği konusunda uyarmamıştı. Dik yokuşlu ve keskin virajlarla dolu olan yol, bazı yerlerde iki arabanın yan yana geçmesini neredeyse imkânsız kılacak kadar daralıyordu. Mel karanlık çöktüğünde neredeyse rahatladığını hissetmişti çünkü bu şekilde en azından keskin virajlarda karşıdan gelen arabanın farlarını görebilecekti. Arabası bariyer demirlerinin olmadığı şarampol tarafına değil, tepe yamacındaki bankete savrularak çamura saplanmıştı. Mel olduğu yerde, ormanda kaybolmuş ve ne yapacağını bilemez halde oturuyordu. Derin bir iç geçirerek arkaya döndü ve arka koltuktaki en üst kutudan kalın paltosunu çıkardı. Bayan McCrea’nin kendi evinden buluşacakları kulübeye doğru giderken ya da geri dönerken bu yoldan geçeceğini umuyordu. Aksi halde muhtemelen geceyi arabada geçirecekti. Yanında hâlâ iki elma, biraz kraker ve iki ufak paket peynir kalmıştı. Ama lanet olası diyet kola bitmişti; yani sabahleyin kafein yoksunluğundan başı ağrıyabilir ya da elleri titreyebilirdi. Starbucks da yoktu. Yolluk işini daha ciddiye alması gerekirdi. Motoru kapattı ama dar yoldan bir araba geçmesi ihtimaline karşı farları açık bıraktı. Eğer gece boyunca onu kurtaracak kimseyle karşılaşamazsa, muhtemelen sabahleyin akü bitmiş olurdu. Arkasına yaslanarak gözlerim kapadı. Gözlerinin önüne o çok aşina olduğu yüz geldi: Mark. Bazı zamanlar onu bir kez daha görme, onunla birkaç kelime olsun konuşma isteği öyle dayanılmaz oluyordu ki… Acı ve yas bir yana, güvenebileceği, destek olabileceği, yanında uyanabileceği bir hayat arkadaşına sahip olmayı özlüyordu. Mark’ın yoğun çalışma saatleri konusunda bir tartışma bile şu anda çok çekici geliyordu. Mark ona bir keresinde, “Bu şey,” demişti, “aramızdaki bu şey -sen ve ben- sonsuza kadar sürecek.” Sonsuzları sadece dört yıl sürmüştü. Mel daha otuz iki yaşındaydı ve bundan sonra yalnız olacaktı. Mark ölmüştü. Bununla birlikte Mel’in de içinde bir şeyler ölmüştü.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir